31 Mayıs 2010 Pazartesi

YOL'da mola

Yaz geldi, yolumuz BAHÇE'ye düşünce YOL'a mola vermek zorunda kaldık...

12 Nisan 2010 Pazartesi

DOLMA KALEM


Kalem güzeldir

Kalemle yazmak daha da güzeldir

Dolma kalem ise ayrı bir güzelliktir...

Kıyıda köşede unuttuğumuz, yüzüne bakmadığımız

Bir çok şey gibi,

Dolma kalemde

Pilot kalemlerle otomatik pilota bağladığımız

Dipsiz kuyulardaki yüreğimizin unuttuklarındandır...

Ya bir sandık dibindeki kutu içinde

Ya bir masanın çekmecesinde....

Hediye edilen dolmakaleme mürekkep almak için

50 yıllık kırtasiyeci Selahattin Amcaya uğradım bu sabah

Bana bir kutu mürekkep dedim...

Dedi ki artık neredeyse soran yok, bu tüp mürekkeplerden var,

Kimse kullanmıyor artık dolma kalemleri...

Dolmak üzerine kurulmuş ne çok şeyin

Artık dolmadığını fark ettim o an...

Artık dolma kalemler dolmuyor...

Yürekler sevdayla,

Gözler gözyaşıyla,

Ağaçlar kuşlarla dolmuyor...

Fast food çağında artık her şey tak çıkar formatında,

Tek kullanımlık...

Kullan ve at!...

Kalemlere kıymayın efendiler...

Hele dolma kalemlere hiç!....

Yüreğiniz ve mürekkebiniz kurumasın...


h.a./çanakkale

BİR ŞEHİR BİR MEKAN: Ayn-ı Ali Kahvesi - Manisa




Ayn-i Ali
Bir Işık yağmuru muhabbet tarlasına
Kahve ile birlikte
Fisildanir bin yıllık sırlar kulağına...



Ayn-i Ali kahvesinde kahvemi yudumlarken sabahın bu erken saatinde
içeride kimsenin olmaması ve sessizlik ayrica hoşuma gidiyor..
Ortama uyar diye erkan ogur'un "hiç" adlı albümünü dinlemeye
başlıyorum ve elimdeki gazete de gözüme çarpıyor:
"kendin olmak, kendini imha etmektir."

Ah kendim,
Ben mısın gercekten?
Ya ben sen miyim gercekten?
O tasın üstünde mı
Altında mı o büyük sır?
Ah bilmek mı
Yoksa aramak mı seni...

H.A.
Ayn-i Ali, Manisa 11 Nisan 2010

http://www.ayniali.com/






8 Nisan 2010 Perşembe

KÖŞE YAZISI: Gitmek... Yol... Dönmek


Beni
gezgin ruhlu biri sananlar yanılıyor.
Belki kimi zaman yazılarımdan öyle bir izlenim çıkıyordur.
Oysa hiç ilgim yok!
Sık sık yola çıkıyorum, bu doğru! Fakat hep aynı yerlere gidiyorum.
Farklı şehirlere ve ülkelere gitmek, yeni yerler görmek değil, "yer değiştirmek" bütün derdim. Bir kez tanıyıp sevdiğim yerlere tekrar tekrar gidiyorum. İnatla, ısrarla ve hazla hep aynı yerlere yolculuk ediyorum.
Evet! İlk karşılaşma ve tanışmaların tedirgin heyecanı değil, sevdiğim şey...
Daha çok kavuşmalar ve buluşmalar çekiyor beni. Bir bakıma buna "dönüş" ler de diyebiliriz.
Yani içimde bir yerde hâlâ kedi gibiyim. Koltuğumu terk etmeyi göze alıyorum ama kendi kendime kurduğum "evren" in dışına çıkmaya niyetim yok!
***

Eskiden gezginlere dudak bükerlermiş.
Gidiyorsun, şehirleri, ülkeleri, dağları, iklimleri aşıyorsun ama nereye gidersen git kendini de götürüyorsun diye...
Büyük şair Kavafis gibileri de ne der hani; "yeni bir ülke bulmazsın/başka bir deniz bulamazsın/bu şehir arkandan gelecektir."
Baudelaire
gibileri de gezginlere acımış, gidilen yerde çekilecek acıları hatırlatmış, yaşadığın çevrenin monotonluk çölünü "dehşet vahaları"na tercih ettiğini söylemiştir.
Bu itirazların hepsi anlamlıdır. İçlerinde doğruları barındırırlar. Ama gezginin "yol"la ilişkisini, asıl olarak "yolculuğa" bağlandığını unuturlar.
***

Günümüzde gezginlik kalmadı.
Dönmemek üzere gitmek yok artık.
Gezgin rolü oynayan profesyonel seyahat yazarları var ki, bambaşka bir şey.
Keşfedilecek bir şey kalmayan bir dünyada hâlâ keşiflerden söz eden turizm söylemlerine aldanıp bir turdan ötekine koşuşturan turistleri de bir yana bırakalım.
Galiba günümüzde "yol"un tadını çıkartanlar sadece ara sıra "yer değiştirerek" yaşayanlar!
Ama "yol" sadece bir tat meselesi midir? Elbette, hayır!
Bedenin yolculuğuyla zihnin yolculuğu kardeştir. Hatta aralarındaki ilişki belki daha fazlasıdır. Ondandır, başka bir yere, şehre, ülkeye giderken birdenbire "kendine" dönüvermesi insanın...
Kitabu'l Esfar'da der ya İbn Arabi...
"Varlığın kökeni harekettedir. İşte bu yüzden, bu dünyada da, ahirette de yolculuk hiç durmaz."
Gazete köşe yazılarının formatına uymuyor belki ama yolu ve yolculuğu biraz da bu yanından ele almak gerekiyor.

Haşmet Babaoğlu, SABAH, 8 Nisan 2010

30 Mart 2010 Salı

BİR ŞEHİRDEN MANZARALAR: Çanakkale




Çanakkale içinde Aynalı Çarşı

Çarşı kapısında İbrahim amca

Dimdik ayakta, hayata karşı





Dükkanını saran sarmaşığın altında,
Kulağında muhabbet kuşunun şarkısı,
Elinde tespih,
Keyifli bir sohbet eşliğinde,
Seyreder geleni geçeni




Bir zamanlar bu kentin muteber bir sakiniydin

Şimdi bir sığıntı gibi yanaşmışsın yanındaki binaya

24 Mart 2010 Çarşamba

PORTRE: Grigori Perelman

Rus matematikçi (doğumu: 13 Haziran 1966 Leningrad)

Yüz yıldır çözülemeyen ve dünyanın en büyük 7 probleminden biri sayılan Poincaré varsayımı çözen Rus matematikçi, matematiğin Nobel'i olarak kabul edilen Fields Ödülü'nü reddetmiştir. Matematikle ilişkisini kestiği söylenen dahi Grigori Perelman'ın annesinin evinde tamamen matematikle ilişkisini kesmiş bir şekilde sadece edebiyatla ve özellikle operayla ilgilenmeye başlamıştır.

Madrid'de düzenlenen törende, İspanya Kralı 1. Juan Carlos, Rus Andrei Okunkov, Avustralyalı Terence Tao ve Wendelin Werner'e ödüllerini verdi. Ama yüz yıldır çözülemeyen, dünyanın en büyük 7 probleminden biri sayılan Poincare varsayımını çözen Rus matematikçi Grigori Perelman törende yoktu. Prestijli Fields Ödülü böylece ilk kez reddedilmiş oldu.

St. Petersburg'daki Steklov Enstitüsü'ndeki görevinden istifa ederek iki yıl önce kayıplara karışan Perelman'ın, psikolojik olarak zor bir dönemde olduğu matematikle ilişkisini kestiği belirtiliyor.

Perelman'ın, uzmanlar tarafından bile zor anlaşılan, Poincaré önermesine çözümünün resmen kabul edilmesinin ise yıllar alabileceği belirtiliyor.

Üç boyutlu uzayı sarmalayan iki boyutlu düzlemin, dördüncü boyut olan "zaman"la bağı üzerine devrim niteliğinde bir çalışma ortaya koyan Grigori Perelman'dan yaklaşık iki yıldır haber alınamıyor. Perelman, 2002 yılında dünyanın çözülemeyen en büyük 7 probleminden biri olarak kabul edilen Poincaré varsayımını çözdüğünü iddia ederek internette 39 sayfalık bir makale yayımladı.

Ertesi yıl ilkini tamamlar nitelikte 22 sayfalık başka bir makaleyi de internette yayımlanayan Perelman, aslında çalışmalarında Poincaré varsayımından hiç söz etmiyor. Bu problemin de bağlı olduğu çok daha geniş kapsamlı bir önerme olan Thurston Geometrizasyon Konjektürü'ne çözüm getiren Rus matematikçi, 2003 yılında ABD'de bir dizi konferans verdi ve bilim dünyasına çalışmalarını anlattı.

Düşünce tarihinde yeni bir sayfa

İlk etapta kuşkuyla yaklaşılan makalelerin doğrulunu test etmek için oluşturulan bilim kurulları geçtiğimiz günlerde Perelman'ı destekler nitelikte açıklamalarda bulundu. Çoğu bilim insanı sadece matematik alanında değil, düşünce tarihinde yeni bir sayfa açıldığında hemfikir. Elde edilen bilgiler ışığında bilgisayar teknolojilerinde olduğu kadar bilimin hemen her alanında büyük değişimler bekleniyor. Üç yıldır Perelman'ın makaleleri üzerinde çalışan Yale Üniversitesi'nden Bruce Kleiner, değil önümüzdeki 100 yılda, belki de hiçbir zaman çözüleceğine inanmadıkları bir problemin çözüldüğünü söylüyor.

Uzmanlar çözümü bile zor anladı Rus bilimadamının, 2002'de tüm dünyayı şaşkına çeviren Poincaré varsayımına çözüm olarak sunduğu makaleler çok ağır bir matematik diliyle yazılmıştı ve bilimsel bir makaleden çok karalamayı andırıyorlardı. Uzmanların anlamakta güçlük çektiği dokümanların gelmiş geçmiş en büyük matematik problemlerinden birinin çözümünü içerdiğine artık kesin gözüyle bakılıyor. Yazdıklarıyla ilgili detayları açıkladığı ABD'deki konferanslarından sonra 2003'te ülkesine dönen Perelman o tarihten beri e-posta ve telefonlara yanıt vermiyor. Steklov Enstitüsü'nden de ayrıldığı söylenen Grisha'nın ne yaptığı merak konusu. En büyük zevki mantar toplamak

ABD'li Clay Matematik Enstitüsü'nün problemin çözümünü bulan bilim adamına vermeyi vaad ettiği 1 milyon doları almak için çaba sarf etmeyen ve 1996'da Avrupa'nın en saygın matematik kurumunun verdiği Genç Matematikçi Ödülü'nü kabul etmeyen Perelman, esrarengiz kişiliğiyle de merak konusu. Grisha adıyla da anılan Grigori Perelman, 1966 St. Petersburg doğumlu. 1982'de henüz bir lise öğrencisiyken Madrid'deki Matematik Olimpiyatları'nda en yüksek skorla altın madalya aldı. Perelman, 90'lı yıllarda araştırma bursuyla ABD'deki üniversitelerde bulundu.

O dönemki arkadaşları tarafından "Sanki bu dünyadan değil gibiydi" diye tanımlanan Grisha, uzun saç ve tırnaklarıyla Rasputin'e benzetilmiş. Dahi matematikçinin en büyük zevkinin St. Petersburg yakınlarındaki ormanlık alanda mantar aramak olduğu söyleniyor.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Grigori_Perelman

http://www.cnnturk.com/2010/bilim.teknoloji/bilim/03/23/1.milyon.lik.odulu.elinin.tersiyle.itti/569057.0/index.html


http://www.cnnturk.com/2010/bilim.teknoloji/bilim/03/24/rus.matematikci.odulden.vazgecmemis/569223.0/index.html

17 Mart 2010 Çarşamba

KÖŞE YAZISI: Dokunmadan sevmenin hüzünlü keyfi


Moskova yakınlarındaki bir otelde gördüm onu. Barda oturduğu ince tabureyle adeta bütünleşmiş, bir elini kadehe öteki elini ise şakağına dayamıştı. Bu pozunu saatlerce değiştirmedi.

Barmen kadın kırk yaşlarında. Ama oldukça alımlı. Mini eteği, uzun sarı saçları ve şen kahkahalarıyla dikkat çekmekten hoşlanıyor.

Tanıdık tanımadık hepimiz votka kokulu koca bir masanın çevresindeyiz. Masamız gürültülü, barmen kadın hareketli, bardaki adam put gibi...

Adamın yüzünü göremiyorum. Ama aynadan izlemeye çalıştığım kadarıyla barmen kadının oturup kalktığı anlarda pür dikkat kesiliyor.

Kadın içkileri tazeledikten sonra masamıza yerleşiyor. Ve bir anda ilgi odağı oluyor.

Ben daha çok bardaki adamın hüznünü yakalamaya çalışıyorum. Kadının şen kahkahaları buna izin vermiyor. Dahası, adamı izlediğimi görünce bana sataşıyor:

- Ne o, benim sohbetimden daha fazla önemsiyorsun o guguk kuşunu?
Hemen senli-benli olduğuna bakılırsa kestirmeden gitmeyi seviyor. Pekâlâ. Ben adamı ilginç bulduğumu itiraf ettiğimde alaycı bakışlarıyla konuya giriyor: - O benim kara sevdalım, diyor ve bir kahkaha daha atıyor.

Adam Finlandiya’dan gelen ve bir yıldır inşaatta çalışan bir işçiymiş. Tek kelime Rusça bilmezmiş. Ve ilk günden beri barda böyle oturup utana sıkıla kadını izlermiş.

Kadın inandırıcı olmak için adama yaklaşıyor, kolunu onun boynuna doluyor. Adam belli belirsiz ürperiyor, kızarıyor. Kadın ise bir çocuk gibi onun başını okşayarak bana sesleniyor:

- Bak, bizim aşkımız böyle sessizdir hep! Ne büyük sevgi, Tanrım!


Ve tabii, bir kahkaha daha. Bu kahkahalar iyice sinirimi bozuyor.

Kadın muzaffer bir edayla karşıma oturuyor. Gözlerinde durmadan hâlâ çekici olduğunu kanıtlamaya çalışan kadınlara özgü o malûm ifade var.

Kadehler kalkıyor. Ben de ona sen diyorum artık. Bardaki adamla neden alay ettiğini soruyorum. Sesimdeki eleştiriyi hisseden kadın şaşıyor:

- Yaşım 42. Evim, arabam yok. Böyle aşk oyunları bana göre değil. Eğer erkek olsaydı bana maddi destek olurdu. Ama erkek olduğu da kuşkulu. Aylardır öyle oturuyor. Çağırsaydı belki evine gidip onunla yatabilirdim. Ama onun derdi oturup aptalca hayal kurmaktan ibaret...


Adama acıyor muyum, yoksa saygı mı duyuyorum? İçinde yaşadıkları, bu kadınla ilişki kurması durumunda yaşayabileceklerinden daha ilginç görünüyor.

Demek böyle aşklar da var hâlâ!.. Dokunmadan sevenler daha tükenmedi demek!..

Kadın, “guguk kuşu”na ilgimi aptalca bularak masanın öteki yanında çoktan beri onu süzen delikanlıya yöneliyor. Çapkın delikanlı ucuz tarafından bir votka ısmarlıyor kadına. Ben oradan uzaklaşırken aynı şuh kahkahalar patlıyor.

Son anda aynadan bardaki adamla göz göze geliyoruz. Ben bu adamı bir yerlerden tanıyorum. Evet, Anton Çehov’un dilimize nedense “Serçe kuşu” diye çevrilen “Hoppa” adlı öyküsündeki zavallı Dımov bu!

Dünyada ne kadar azaldı Dımovlar! Ve Dımovların değerini bilmeyen hoppa Olga İvanovnalar ne kadar çoğaldı!

Hakan Aksay, TARAF, 27 Aralık 2008

14 Mart 2010 Pazar

EDEBİYAT RADYOSU: Ahmet Haşim


Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,


Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...


TRT Radyo 1'deki 4 Ocak tarihindeki "Canlar Ölesi Değil" programının konusu Ahmet Haşim.



Ünlü Türk şairi Ahmet Haşim 1884 yılında Bağdat'ta doğmuştur. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey'in oğludur. 12 yaşlarındayken annesinin ölümü üzerine babasıyla İstanbul'a gelmiştir (1891). Bir yıl kadar Nümune-i Terakki Mektebi'nde okumuş sonra Mekteb-i Sultani'ye (Galatasaray) geçmiştir (1897). Galatasaray'ı bitirdikten (1906) sonra Reji İdaresi'ne girmiş, aynı zamanda Hukuk Mektebi'ne kaydolmuştur. Haşim, İzmir Sultanisi'nde Fransızca öğretmenliği yapmış (1908-1910), Maliye Nezareti'nde, Düyun-u Umumiye'de çalışmıştır. Birinci Dünya Savaşı boyunca yedeksubay olarak orduda bulunmuş, savaşın bitiminde İstanbul'a yerleşmiş, İaşe Müfettişliği'nde bulunmuş ve Osmanlı Bankası'nda çalışmıştır.

Ahmet Haşim, Cumhuriyetin ilânından sonra Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik, Mülkiye Mektebi'nde de Fransızca dersleri vermiştir. Uzun süre Akşam gazetesinde fıkralar yazmıştır. 1932 yılında böbrek rahatsızlığı nedeniyle Frankfurt'a giderek tedavi görmüş, 4 Haziran 1933 tarihinde ölmüştür.

Haşim'in şiir ile tanışması Galatasaray'da öğrenci iken başlamıştır. Okuldaki öğretmenleri arasında Tevfik Fikret ve Ahmet Hikmet vardır. Abdülhak Şinasi Hisar, Galatasaray'da Haşim'in Ahmet Samim, Orhan Şemsettin, Hamdullah Suphi, Emin Bülend, İzzet Melih, Ahmet Bedî gibi edebiyatsever gençlerle bir grup oluşturduğunu yazmaktadır. Ahmet Haşim, Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret etkileri taşıyan ilk şiirlerini 1900-1912 yılları arasında Mecmua-i Edebiye (burada çıkan ilk şiiri "Hayali Aşkım"dır (1900) Aşiyan, Musavver Muhit dergilerinde yayımlamıştır. Yetiştiği yıllarda Fecr-i Ati topluluğuna katılmış, Servet-i Fünun, Resimli Kitap, Rebap gibi dergilerde yazmıştır. Daha sonra Dergâh dergisinde toplanan sanatçılar arasına katılmıştır. Dergâh'ta yayımlanan ilk şiiri "Bir Günün Sonunda Arzu"dur (1921). Aynı yıl ilk kitabını çıkarmıştır: Göl Saatleri.

Haşim'in gençlik döneminin önemli bir şiiri olan "Şiir-i Kamer" i değerlendirirken Hisar şunları yazmaktadır: "Haşim'in bütün hayatı boyunca devam eden kafiye yanlışları da bu tarihte başlar. 'Şiir-i Kamer' o zamanki dilimizde kullanılan eski farîsî ve arabî kelimelerle doludur. Edebiyat-ı Cedide şairlerimizin yazdıklarından daha eski bir zamana uyarak, daha eski bir edâya dalar ve daha şahsî bir hususiyetle çağıldar".

Tanpınar, Haşim'in gerek şair gerekse estetik olarak genç kuşak üzerinde geniş etkisi olduğunu belirtmekte ve şöyle demektedir: "Biz, bugünkü nesil, fikir ve sanat hayatına, Haşim'in yıldızı altında girdik. Tefekkür ve tahassüsüsmüzde 'Piyale' ve 'Şi'r-i Kamer' şairinin büyük tesirleri oldu. İlk yazılarımızı onun etrafında yazdık."

Eserleri:

Göl Saatleri (şiir, 1921), Piyâle (şiir, 1926); Bize Göre (1928), Gurebâhâne-i Laklakan (1928), Frankfurt Seyahatnamesi (1933)

http://www.40ikindi.com

http://siir.gen.tr/siir/a/ahmet_hasim/


Kemal Tahir 100 yaşında


Tam 100 yıl önce bugün, II.Abdülhamit’in hünkar yaverlerinden Tahir beyin oğlu olarak İstanbul’da doğdu Kemal Tahir. Sadece Türk edebiyatına değil siyasetine ve sosyolojisine de ilham veren yazar, Türk tarihi üzerine yaptığı araştırmalardan çıkardığı sonuçları romanlarıyla duyurmayı seçmiş, bir edebiyatçı ve entelektüeldi. Köydeki yaşama biçimini, toplum yapısını, köylünün dünyasını işlediği romanlarında kullandığı dille dikkat çeken Kemal Tahir, Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından ‘dil makinesi’ olarak nitelendirilmişti.

Kemal Tahir 1973 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda edene kadar yazmış, yazarken de malzemesini titizlikle kendi yaratmış yazarlardan biri olarak iz bırakmıştı. Galatasaray Lisesi’nin onuncu sınıfından ayrılarak Zonguldak Maden İşletmeleri’nde ambar memurluğu, İstanbul’da avukat kâtipliği yaptıktan sonra yolunu ‘yazı’nın yakına düşürdü. Tahir, 1931 yılında şiirlerinin yayımlandığı İçtihat dergisiyle edebiyata ilk adımını attı. İlk başta hece ölçüsü ile yazan Tahir’in şiirleri Nâzım Hikmet’le tanıştıktan sonra evrildi. Yazar, toplumsal konulu serbest şiirler üretmeye başladı. Yaşamını kalemiyle kazanmak zorunda olan yazarlardan olması sebebiyle bu yıllarda mizah öyküleri, serüven romanları da yazdı.

Nâzım’la birlikte yargılandı

Tahir - Piraye - Nazım

Çeşitli gazete ve dergilerde düzeltmen, röportaj yazarı, çevirmen, sekreter olarak çalıştı. Nâzım Hikmet’in yargılandığı ‘Bahriye Davası’nda suçlu bulunarak 15 yıla hüküm giydi. Hapiste geçirdiği sürenin Kemal Tahir’in yazın hayatında belirleyici olduğu söylenebilir. Edebiyat dünyasında beğeni toplayan pek çok romanını cezaevindeyken yazdı. 1950 Affıyla hapisten çıktıktan sonra takma adlarla macera ve aşk romanları çevirdi, senaryolar yazdı. Kemal Tahir deyince akıllara gelen ilk şeylerden biri de yazarın çeşitli mahlaslarla yazdığı kitapların çokluğu. Bu tür çalışmaları arasında en ünlüsü ise kuşkusuz Mayk Hammer dizisi. Bedri Eser, Samim Aşkın, Ali Gıcırlı, F.M. İkinci yazarın kullandığı takma adlar arasındaydı.

1955 yılında yazarın nihayet kendi adıyla yayımlanan ilk romanı ‘Sağırdere’ basıldı. ‘Sağırdere’yi, ‘Körduman’ izledi. Kemal Tahir, Çankırı-Kastamonu, Çorum çevresinde geçen romanlarında köydeki yaşama biçimini, toplum yapısını, köylünün dünyasını işledi. Tüm bunları konu alırken onun için vazgeçilmez olan, Tanzimat’tan bu yana değişen mülkiyet ilişkilerini, eşkıyalık hareketlerinin gerçek yüzünü anlatmaktı.

Tarih romanları tartışıldı

Kemal Tahir’in en çok bilinen, hem yayımlandığı yıllarda hem daha sonra en çok tartışılan romanları, tarihi konuları ele aldığı kitaplar oldu. Yapıtları kimilerince övülen kimilerince çok yerilmiş bir romancı olarak edebiyat tarihine geçti. Bu tartışmaların ana ekseni tabii ki yazarken takındığı ideolojik tavırdı.

Mütareke ve Cumhuriyet dönemlerini konu aldığı romanları oldu. Bu romanlarda Batılılaşma hareketini, yeni Türk devletinin oluşumunu eleştirdi. ‘Esir Şehrin İnsanları’ ve ‘Esir Şehrin Mahpusu’nda İşgal altındaki İstanbul’u, Kurtuluş Savaşı’nın bir Osmanlı paşazadesi üzerindeki etkisini; ‘Yorgun Savaşçı’da İttihatçılarla milli mücadele yanlısı güçler arasındaki çatışmayı; ‘Kurt Kanunu’nda İzmir Suikastı’nı; ‘Yol Ayrımı’nda Serbest Fırka olayını anlattı.

Kemal Tahir’in belki de en çok tartışılan romanı ‘Devlet Ana’ oldu. Yazar, bu romanında Osmanlı geleneğinden kopuşun yanlışlığını vurguluyordu. Selahattin Hilav romanı şöyle değerlendirmişti: “Devlet Ana, Kemal Tahir’in hem felsefi düşüncesi, hem de sanatı bakımından, manevi dünyasını teşkil eden unsurları en kesin ve özlü bir şekilde dile getirmesi dolayısıyla, bir kavşak noktası teşkil etmektedir. Yazar, bu romanında, dünya görüşünün ve sanatının belkemiğini teşkil eden konuya doğrudan doğruya girmiştir.”

Osmanlı toplum yapısının Batı toplumlarından farklı olduğunu, üretim biçiminin ve üretim ilişkilerinin gelişiminin kendine özgülüğünü savunan tarih tezi, Kemal Tahir romanlarının anahtarını oluşturdu ve yazar yazdığı sürece romanları üzerinden bu tezi tartıştı.
Yaşamının son yılları çoğu daha önce tasarlanmış romanlarını yazmak, yayımlamakla geçirdi.
Hatta, bazı ünlü romanları ölümünden sonra yayımlandı.

14 romanı iki ciltte toplandı

Kemal Tahir’in kitaplarını yayımlayan İthaki Yayınları, yazarın 100’üncü yaşını iki önemli yayınla kutluyor. Kemal Tahir üzerine yazılardan oluşan bir armağan kitap hazırlayan yayınevi, bir de Kemal Tahir’in tefrika edilen, döneminde çok beğenilen romanlarından iki kalın ciltlik bir seçki çıkartacak.

14 romanın yer aldığı seçkide yazarın ‘Muhallebi Çocuğu’, ‘Bir Gecenin Beyliği’, ‘Bir Nedim Divanının Esrarı’, ‘Gönül Denen Hayvan’, ‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ gibi kitapları yer alıyor. Her iki projenin ürünleri sonbaharda yayımlanacak.


Burcu Aktaş, Radikal 13.03.2010

İlave okuma için:

http://kitapzamani.zaman.com.tr/?bl=1&hn=2182

http://www.ilknokta.com/yazar/4524/0/1/Kemal-Tahir.html