24 Şubat 2010 Çarşamba

FİLM: Beynelmilel



Yönetmen Sırrı Süreyya Önder, Muharrem Gülmez
Senarist Sırrı Süreyya Önder
Müzik Kalan Müzik (orijinal soundtrack parçaları), Pierre Degeyter (Komunist Enternasyonal Marşı), Chopin (Cenaze marşı), Anonim (türküler)
Oyuncular Cezmi Baskın, Özgü Namal, Umut Kurt, Mersin Belediye Orkestrası
Yapım yılı, ülkesi 2006, Türkiye
Süre 106 dakika
Dil Türkçe
Tür Dram/Komedi/Politik
Gösterim tarihi 12 Eylül 2006
Prodüksiyon şirketi Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM)



Beynelmilel 2006 Fragman
Yükleyen SinemaTurk. - TV dizilerini ve programlarını online izleyin.

Sırrı Süreyya Önder ve Muharrem Gülmez'in yönettiği sinema filmi. 2006 yılında çekilen film, gösterime Ocak 2007'de girdi. Filmde 12 Eylül 1980 sonrası sıkıyönetiminin, doğuda yerel halk ve çalgıcı sınıfı (gevende) üzerine etkileri trajikomik bir şekilde anlatılır.

1982 yılında Adıyaman'da bir grup yerel müzisyen (gevende), o yıllarda uygulanmakta olan sokağa çıkma yasağından dolayı geçim sıkıntısına düşerler. Geçinebilmek için buldukları çözüm hepsinin tutuklanmasına yol açar. Yörenin sıkıyönetim komutanı, bu yerel müzisyenleri çağdaş bir orkestraya dönüştürmek isteyince olaylar gelişmeye başlar.

Yöresel orkestradan, kenti ziyaret edecek olan Konsey üyelerinin karşılama töreninde çalmaları istenir. Fakat bu konseyi karşılamayı sadece müzisyenler değil, şehrin genç aktivistleri de büyük bir sabırsızlıkla beklemektedir.

Siyasal bilimler öğrencisi Haydar (Umut Kurt); "Biz çalgıcı adamız. Çalgıcıdan hiç devrimci olur mu, komünist olur mu?" diyen abisi Servet'e (Sırrı Süreyya Önder) kulak asmamakta, Konsey üyelerini karşılamak için bir protesto eylemi hazırlamayı düşünmektedir. Ve bu eylemi gerçekleştirmek için de çağdaş orkestranın şefi Abuzer'in (Cezmi Baskın) kızı, aşklarını birbirlerinden bile gizli tuttukları, Gülendam'dan (Özgü Namal) yardım almaktadır.

Bir yandan sıkıyönetim birimleri ve yöresel orkestra, bir yandan da devrimci gençler tarafından birbirinden habersiz olarak yürütülen bu karşılama hazırlıklarının karışması sonucunda herkesi şaşırtacak olaylar gelişecektir.



Beynelmilel filminde ..dilber ay sarkisi
Yükleyen onur1967. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

23 Şubat 2010 Salı

YOL FİLMİ: Runaway Train



Akira Kurusowa'nın senaryosundan Andrei Konchalovski'nin yönettiği 1985 yapımı filmde Jon Voight ve Eric Roberts hapishane firarisi iki mahkumdur. Kacmak icin bindikleri tren durdurulamamaktadır. Hapishane müdürü de peşlerindedir.

İnsanı hayvandan ayıran nedir? İnsan ruhundaki vahşiliğin sınırı var mıdır ?


Runaway train-2
Yükleyen ivan1230. - Yeni sanat videolarını keşfet.


John Voight, Vivaldi'nin "Gloria" sı eşliğinde lokomotifin üzerinde ayakta ölüme doğru giderken Shakespeare'in 3. Richard'ından

"no beast so fierce but knows some touch of pity. but i know none, and therefore am no beast."

alintisi ile sonlanır film.

Sinema tarihinin belki de en güzel finali...

SATRANÇ: Linares Turnuvası


Satrancın "Wimbledon"ı olarak kabul edilen "Linares Turnuvası" nda bu akşam sondan bir önceki maçlar oynanıyor.

Karşılaşmaları canlı olarak buradan izleyebilirsiniz.


Bu akşamki Grischuk - Topalov karşılaşması şampiyonu belirleyecek gibi duruyor.

http://en.wikipedia.org/wiki/Linares_chess_tournament

http://www.ajedrez.ciudaddelinares.es/resul.htm



SON DURUM
1.
Topalov, Veselin
5,5
g
BUL
2805
2.
Grischuk, Alexander
4,5
g
RUS
2736
3.
Aronian, Levon
4,0
g
ARM
2781
4.
Gashimov, Vugar
3,5
g
AZE
2759
5.
Gelfand, Boris
3,5
g
ISR
2761
6.
Vallejo, Francisco
3,0
g
ESP
2705

MÜZİK - Aşk - İlhan Erşahin



İlhan Erşahin - Aşk - Virgo(2000)

http://www.ilhanersahin.com/index.html


18 Şubat 2010 Perşembe

BİR ŞEHİR BİR MEKAN: Yahya Efendi Dergahı

" Yahya-yı Beşiktaş'ı ziyaret idelim gel
Oldur sebeb-i ziynet-i kühsar-ı Beşiktaş."

Yahya Efendi (d.1495 - ö.1571) Beşiktaş ile Ortaköy arasında bugün de Yahya Efendi Tekkesi adıyla anılan türbesi bulunan şeyhülislamdır.


Yahya Efendi, Trabzon Kadısı Ömer Efendi’nin oğludur ve Kanuni Sultan Süleyman ile aynı günlerde doğar. Hatta minik şehzadeyi Yahya Efendi’nin annesi Afife Hanım emzirir. Bundan dolayı Kanuni Sultan Süleyman'ın süt kardeşidir ve onun saltanatı boyunca danıştığı kişi olur.


İstanbullu denizciler Boğaz’ın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşâ Peygamber, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir.


1571 senesi Zilhicce ayında Kurban Bayramı gecesinde Beşiktaş'taki dergahında ebedi aleme göçmüştür. Cenaze namazını, Bayram namazına müteakip Süleymaniye Camii'nde devrin şeyhülislamı olanEbussuud Efendi kıldırmıştır. Daha sonra cenaze Beşiktaş'taki dergahına tevdi edilmiştir.




Yahya Efendi Tekkesi, Beşiktaş'ta, Yıldız mahallesi, Yahya Efendi Çıkmazı'nda yeralmaktadır. Yahya Efendi tarafından 1538'de kurulmuştur. Tekke, mescid, tevhidhane, medrese, hamam, mezarlık ve çeşitli evlerden oluşan bir külliye niteliğindedir. Tekkeye zaman içinde farklı mekanlar eklenmiştir. Bu durum yapıyı girift ve aynı zamanda organik bir hale getirmiştir. Tekkenin bir diğer özelliği ise mimari yapıların doğal çevre ile kurduğu yakın ilişkidir.

Yahya Efendi Tekkesi, postnişin olan Yahya Efendi zamanında Üveysilik olarak adlandırılan tasavvuf ekolüne bağlanmıştır. Daha sonra tekke Kadiriliğe ve Nakşibendiliğe intisap etmiş ancak Üveysiliğin etkisi de devam etmiştir.

SÜLEYMANİYE'DE AKŞAM


Bir gün daha sona eriyor

ve Güneş elveda demeden

Süleymaniye'yi son kez öpüyor...

h.a.

16 Şubat 2010 Salı

FİLM MÜZİĞİ: CASABLANCA - As time goes by





Kral Lear




Yaklaşık olarak 1605 yılında yazıldığı tahmin edilen oyun, Shakespeare'in önemli trajedilerinden biridir.

Shakespeare'in diğer birçok oyununda olduğu gibi Lear'ın hikâyesi de daha önceden anlatılan öykülerden alınmadır. Yazarın özellikle Monmouth'lu Geoffrey'nin 12.yy'da yazdığı Historia Regum Britanniae adlı kitabına eklediği Kral Leir adlı halk masaından yararlandığı belirlenmiştir

Oyunda Lear'ın trajedisine paralel olarak Gloucester'ın hikâyesi bulunmaktadır. İki hikâyenin de teması evlatlarından kötü olanların etkisiyle, iyi evlatlarını haksız yere cezalandıran babaların kendilerini düşürdükleri zor durum ve trajik sonları anlatılır.

Birinci hikâye oyunun baş kişisi Lear'ın yaşlandığı gerekçesiyle topraklarını üç kızı arasında paylaştırmaya karar vermesiyle başlar. Bu paylaşımın eşit ve adil olması için kızlarını sınava tabii tutmaya karar veren kral, onlardan kendisini ne kadar sevdiklerini söylemelerini ister. Büyük ve ortanca kızları süslü laflarla sevgilerini ifade edip kendilerini kanıtlar, fakat gerçek sevginin süslü laflarla anlatılamayacağına inanan Cordelia cevap vermez. Buna sinirlenen Lear, onu evlatlıktan reddeder ve topraklarını diğer kızları arasında böler. Cordelia'yı savunmaya kalkan Kent Kontu'nu da sürgüne gönderir. Babalarından toprakları alan Regan ve Gonoril mutlak hakimiyeti elde etmek için Lear'ın askeri ve idari gücünü kısıtlarlar. İki kızı tarafından kapı dışarı edilen Lear aklını kaçırır.

İkinci hikâyede ise Gloucester'ın gayrimeşru oğlu Edmund sahte mektuplar ve yalanlarla babasını Edgar'ın onu devirmek istediğine ikna eder. Edgar'ı da yalanlarıyla kandırarak uzaklaştıran Edmund idareyi eline alır. Gloucester, kızlarının Lear'a davranışlarına ve onu sokağa atmalarına dayanamayarak krala yardım eder. Edmund, Gloucester ile Regan ve Gonoril arasındaki gerginliği kendi çıkarları için kullanarak babasını hain ilan ettirir. Lear'ın kızları, Gloucester'ın gözlerini oydurarak onu sokağa atarlar. Cornwall Gloucester'ın hizmetlisi tarafından öldürülür.
Bu arada Fransa kralı Cordelia ile birlikte Britanya'ya ordu gönderir. Amaçları Lear'ın öcünü almaktır. Kent Kontu Lear'ı, Edgar Gloucester'a güvenli bir yere aldırırlar. Lear ile Cordelia barışır, fakat savaşı kaybedince esir alınırlar. Gloucester, Edgar ona başından geçenleri anlatınca Gloucester heyecana ve mutluluğa dayanamayarak kalpten ölür. Daha sonra her şeyi itiraf eden Edmund intihar ederek ölür fakat çok daha önce Cordelia'yı astırmak ve babası Lear 'ı öldürtmek için emir vermiştir. Gonoril ile Regan ise Edmund'ı paylaşamayarak birbirlerini öldürürler. Krallık Albany, Kent ve Edgar'a kalır.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kral_Lear
http://www.tiyatrom.com/arastirma_03.htm


15 Şubat 2010 Pazartesi

PORTRE: Sadri Alışık



Yeşilçam'ın en eski ve tutarlı karakter oyuncularından biridir Sadri Alışık. Yıllar süren hayat savaşı sırasında, övülerek göklere çıkartılmış, en yakın bildiği dostları tarafından terkedilmiş, mutluluğun sevincini, aldanmanın üzüntüsünü yaşamıştır. Hassas ve içe dönük olan yapısı zaman zaman çok incinmiştir ama her şeye rağmen, oyunculuğunu, kişiliğini herkese kabul ettirmiş ve Türk Halkı tarafından çok sevilmiştir.

5 Nisan 1925 yılında Paşabahçe'de bahçesinde meyve ağaçları bulunan üç katlı ahşap bir evde dünyaya geldi Mehmet Sadrettin Alışık...


Tüm aile büyüklerinin ve kardeşi Nevin'in onu Sadri diye çağırmaları nedeni ile, hayatının geri kalan kısmını da hep Sadri Alışık olarak geçirdi... Zeki ve bir o kadar da yaramaz bir çocuk olan Sadri Alışık otoriter bir baba ve gene otoriter bir anne ile büyüdü... İçinde ki oyuna hasret duygusunun ileride oyuncu olmasına neden olacağını ne o dönemlerin küçük Sadri'si ne de ailesi bilemezlerdi elbet.

Namaza duran aile büyüklerini, secdeye varamasınlar diye bellerinde ki kuşaktan kapının koluna bağladığını, bahçedeki civcivleri oltayla balkondan yukarı çektiğini, kedilerin ayaklarının altına yapıştırdığı ceviz kabuklarını ve yaptığı tüm bu yaramazlıkları ileride gülerek anımsayacaktır Sadri Alışık...

Çocukluk yıllarında Naşit Özcan Tiyatrosu'nu seyrettikten sonra başlayan tiyatro aşkı, okul piyeslerinde, Cağaloğlu Halk Evi'nde ve şimdiki adı Sadri Alışık Tiyatrosu olan Küçük Sahne'de devam etmiştir. Annesi Saffet Hanım ve Babası Rafet Kaptan'ın oyuncu olmasına karşı olmalarına rağmen, içinde ki bu oyunculuk aşkının sönmesine hiç izin vermemiştir... Ailesi de işin ciddiyetini anlamış ve oğullarına destek olmaya başlamışlardır...

Baba Rafet Kaptan'ın '' Sanabir nasihatım, aynı zamanda da vasiyetim olsun. Artık yeni bir hayata atılıyorsun. Bundan sonra ki yaşamında, işini elinle değil, canınla yap!'' sözünü hayatının geri kalanında hiç ama hiç aklından çıkartmamış ve bunu oyunculuk yaşamında hep amaç edinmiştir...


İlk filmi ''Günahsızlar''ı 1946 yılında çeviren Sadri Alışık şöhret basamaklarını hızla çıkmaya başlamış ve canı kadar sevdiği tiyatrodan Yeşilçam'a adımını atmıştır... 1959 yılında çevrilen '' Yalnızlar Rıhtımı'' adlı filmde 38 yıllık hayat arkadaşı Çolpan İlhan'a aşık olmuş ve aynı sene evlenmişlerdir... Küçük Sahne'deki tiyatro yıllarında çok yakın arkadaşı olan Çolpan İlhan hayatının en büyük aşkı olmuştur... Bu mutlu yuvaya çok zaman geçmeden bir kişi daha eklenir ve Alışık ailesinin oğulları Kerem Alışık dünyaya gelir...

Kerem Alışık ile ilişkisi çok farklı olmuştur baba Sadri Alışık'ın... Kendi deyimiyle ondan kaynaklanan bir hatadır bu... Kendi babasının yaptığı gibi, o da oğlu Kerem'i hep uyurken sevmiştir... Evliliğin ve çocuğun verdiği sorumlulukla işine dört elle sarılmıştır ve ardı arkası kesilmeyen filmler çevirmiştir Sadri Alışık...

Nejat Saydam idaresinde çevrilen ve başrollerini Ayhan Işık ve Belgin Doruk ile paylaştığı ''Küçük Hanımefendi'' serisi ile seyircinin dikkatini çekmiş ve sevgisini kazanmıştır... Ancak hiç şüphesiz ''Turist Ömer'' tiplemesi Sadri Alışık'ın oyunculuk kariyerinin en önemli adımı olmuş ve sanat yaşamında yepyeni kapılar açmıştır... Turist Ömer karakterinin doğuşu Sadri Alışık'ın asker arkadaşı Ahmet Güzelce'nin verdiği eğri selamdan esinlenerek yaratılmış ve rejisör Hulki Saner tarafından da ortaya çıkartılmıştır... 1951 yılında başlayan ve Ayhan Işık'ın vefatına kadar devam eden Sadri-Ayhan dostluğu beraber çevrilen filmlerle de pekişir...


Ayhan Işık'ın başrolünü oynadığı ''Helal Olsun Ali Ağbi'' filmi Turist Ömer serisinin başlangıcıdır... Bu filmde Ayhan Işık'ın Turist Ömer adlı bir arkadaşı vardır ve bu rol Sadri Alışık'a ısmarlama elbise gibi uymuştur. Ona gezmeyi çok sevdiği için arkadaşları Turist adını takmışlardır... ''Turist'' traş olmaz, gri pantolon, ekose gömlek, delik fötr şapka ve ökçesi basık pabuç giyen bir adamdır... Espri yapar, karşısına çıkanları, sözle, nükteyle ''harcar''... Ama ''Turist'' iyilik sever, yaşadığı andan ilerisini düşünmez, çalışmaz, işsizdir, içkiye düşkündür fakat kadın problemi yoktur. Karnı acıkınca doyurmak aklına gelir. Beceriksizdir, bu yüzden de sevimli ve cana yakındır... "Helal Olsun Ali Ağbi" filmini seyreden seyirciler sinemadan çıkarken ''Helal Olsun Sadri'ye bu filmde Ayhan'ı yedi, toz etti'' yorumunu bile getirmişlerdir... Böylece Ayhan Işık'ın fiyatı o günün parası ile 60. 000'den aşağı düşerken Sadri Alışık'ın fiyatı 5. 000'den 10. 000'e çıkmıştır... Hulki Saner bu filmden sonra ''Ayşecik Çıtı Pıtı Kız'' ve ''Ayşecik Cimcime Hanım'' filmlerine de aynı tipi koymuştur... Dolayısıyla Erman-Saner firmasının en fazla iş yapan filmleri de 1963'te '' Sadri'li Filmler'' olmuş, 1964'te ''Turist Ömer'' adlı film ortaya çıkmıştır. Bu film Sadri Alışık'a yeni ufuklar açmıştır...




1966 yılında çevrilen ve Atıf Yılmaz'ın yönettiği ''Ah Güzel İstanbul'' filmi de Sadri Alışık'ın en önemli filmlerinden biridir. İçki yüzünden herşeyini yitirmiş eski bir İstanbul efendisi ile artist olmak için evini, köydeki sevgilisini terk edip fuhuşa sürüklenen Ayşe'nin hikayesini anlatan bu film SANREMO ''Bodrig Hera'' GÜLDÜRÜ FİLMLERİ ŞENLİĞİNDE, GÜMÜŞ AĞAÇ PLAKASI ÖZEL ÖDÜLÜ'nü almıştır...


Avare filminden sonra sesinin güzelliği keşfedilen sanatçı, 45'lik plaklar doldurmuştur, seyircinin ısrarı ve gazino patronları tarafında Sadri Alışık show dünyasına da adım atmıştır... Turist Ömer tipini sahnede de şarkı söyleyerek ve espri yaparak devam ettirmiş ve halkın ilgi odağı olmuştur... bunun yanı sıra ağırlıklı olarak İstanbul için yazdığı şiirlerinin toplandığı bir kitabı da vardır... Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümünde de okuyan Sadri Alışık çok güzel yağlı boya ve kara kalem tablolara da imza atmıştır...

Hayatta ki en sevdiği dostlarından biri olan içki, bir gün ona ihanet edecek ve ölüm döşeğine getirecektir... O dönemin Cumhurbaşkanı olan merhum Turgut Özal'ın yardımıyla Amerika'ya giden ve ''Mucize Eller'' lakaplı Münci Kalayoğlu tarafından ameliyat edilen altmış beş yaşındaki Sadri Alışık Chicagolu otuz yaşında ki bir gencin karaciğerini taşır... 1994 yılında son filmi olan Yavuz Özkan'ın yönettiği Yengeç Sepet'i filminde oynar ve Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alır...


1995 yılının 18 Mart'ında yetmiş yaşında iken, ailesine, sevenlerine, canı kadar sevdiği İstanbul'una ve sinemasına veda eder.

http://www.sakm.net/sadrialisik.asp


SOKRATES - Yol'unda ölenler


"Ayrılma saati geldi, ve kendi yollarımıza gidiyoruz—ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisinin daha iyi olduğunu yalnızca Tanrı bilir. "



Sokrates (Yunanca: Σωκράτης, M.Ö. 470 Alopeke, Attika - M.Ö. 399 Atina).


Heykeltıraş Sophroniskos’un ve ebe Fenarete’nin oğlu olan Sokrates, Antik Yunan filozofudur. Yunan Felsefesinin kurucularındandır.

Özel yaşamına ilişkin fazla bir şey bilinmemekle beraber Sokrates, Platon ve Ksenophon’a kadar uzanan bir geleneğe göre kendisine üç çocuk veren Ksanthippi ile evlidir. Platon ve Ksenophon’un çizdiği portreye göre basık burunlu, patlak gözlü, sarkık dudaklı ve göbeklidir.

Alçakgönüllü, alışkanlıkları ve felsefeden başka bir uğraşı olmadığı bilinen Sokrates, başta öğrencisi Platon olmak üzere Yunan gençleri üzerinde giderek kendisini taklit etmeye varan derecede yükselen bir etki yaratır. O'nun gibi yalın ayak yürürler, yıkanmazlar. Hatta bu grup özentisini alaya almak için Aristophanes Kuşlar adlı komedyasında bir terim icat eder. Bu terim Esokraton’dur. Uzun saçlı olurlar, açlık çekerler, yıkanmazlar, Sokrateslik taslayanlardır.

Ahlak felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates’in yaşamının en belirgin olaylarından biri M.Ö. 399 yılında hakkında açılan davadır. Platon'un Sokrates’in Savunması adlı eserinde anlattığı kadarıyla Sokrates, şehrin tanrılarına inanmamak onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle suçlanır.

Sokrates bu suçlamalar sonucunda ölüme mahkum edilir.
Sokrates hafif bir ceza ile kurtulabilirdi; ama boyun eğmek bilmeyen onuru yüzünden yargıçları kızdırıp ölüm cezasına çarptırılmıştır. Tutukevinden de kaçmayı ret etmiş ve 399 yılının mayısında zehir içerek ölmüştür.Sokrates, yazılı bir kaynak bırakmamıştır. Yaşamı ve düşünceleri ile ilgili bilgiler Aristophanes gibi çağdaş yazarlar, Platon ve Ksenophon gibi ardıllarının yazdıkları ve Sokrates’in ölümünden on beş yıl sonra dünyaya gelen Aristoteles’in dolaylı anlatımlarıyla günümüze ulaşmıştır.Sokrates, doğru’yu belirleyen aklın bir yasası olduğuna inanır ve çevresindekilerle işbirliği yaparak bu doğru’yu araştırır. “Ben bir şey bilmiyorum” ya da “Bir şey bilmediğimi biliyorum” derken de göz önünde bulundurduğu bu. Onun için bunları bir şüphecilik diye anlamamalıdır.


Sokrates, Sofist – Sophistes , bilgici –değil, filozof – philosophos, bilgisever –olduğunu söyler; bilgiyi elde bulundurduğuna değil, onu sevip aradığına inanır; kendisi kendini bildiği gibi, kendilerini bilmelerini (“kendini bil!”) başkalarından da ister. Araştırmanın (dialogun) dış şeması şöyledir: Konuşmaya başlarken Sokrates, hep kendisinin bir şey bilmediğini söyler. Karşısındaki de, tersine, hep bilgisine pek güvenmektedir, ama ileri sürdükleri de hep pek derme çatma şeylerdir. İşte Sokrates’in ünlü ironie’si (alayı) bu karşıtlık içinde belirir. Bundan sonra da Sokrates, konuştuğu kimsede doğru^yu meydana çıkarmaya girişir; onun deyişiyle: Ruhta uyku halinde bulunan düşünceleri “doğurtmaya” uğraşır. Bu sanatına da, annesinin ebeliğine bir anıştırma olarak, maieutike (doğum yardımcılığı, ebelik) adını veriyor. Bu tekniğin temelinde, disiplinli, sıkı bir düşünme ile” doğru”nun bulunabileceğine bir inanma gizlidir; ruhta saklı doğrular var; bunlar herkes için ortak olan doğrulardır; bunlar, sorup soruşturma ile, üzerlerinde durup düşünme ile yukarıya çıkarılabilir, bilinir bir hale getirilebilirler.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Sokrates

http://www.felsefeekibi.com

http://dusundurensozler.blogspot.com/2007/09/beni-sulayanlarn-zerinizde-nasl-bir.html





FİLM: Ah Güzel İstanbul

www.NarTube.com

Haşmet (Sadri Alışık), kuşaklar boyu İstanbul'da yaşamış gün görmüş bir ailenin çocuğudur. Yıllar geçtikçe değişen çağa ve çevresine uyum sağlayamamış, çalışmayı da pek sevmediği için ailesinden kalan servetini peyderpey kaybetmiş, eskiden oturdukları yalının harap bahçesinde bir gecekonduya sığınmış, bildiği tek iş olan sokak fotoğrafçılığı yapmaktadır. Bir gün artist olmak için köyünden kaçan Ayşe (Ayla Algan) ile katılacağı yarışma için fotoğraf çektirirken tanışırlar. Bu yalnız ve saf kıza acıyan Haşmet onu gecekondusuna getirir ve sokakta kalmaktan kurtarır. Günler geçtikçe Haşmet bu saf ama iddialı kıza yakınlık duymaya başlar, ancak bu arada bir rastlantı sonucu Ayşe gerçekten ünlü bir şarkıcı oluverir ve Haşmet'ten kopar.





Beyaz Geceler



Yeni kuşaklar, Dostoyevski ve Beyaz Geceler
Bilimin, ilimin, öğüdün yaya kaldığı yerde Dostoyevski başlar bence.

Dostoyevski’yi tanımadan hayatı kavramanın, insan ruhuna dalabilmenin, evreni algılayabilmenin pek imkânı yoktur bana göre.
En sade en lirik kısa romanı Beyaz Geceler’i tekrar okurken, yeni kuşaklara zorunlu ders gibi Dostoyevski okutulsa keşke gibi hayallere daldım yine.
Beyaz Geceler, Petersburg’da geçiyor.
Rus Çarı Büyük Petro’nun, on yıl süren bir çalışmayla sıfırdan kurduğu dünyanın en güzel sanat şehirlerinden biri olan Petersburg, Çar’ın Avrupa’ya yaklaşma (Avrupalılaşma-Batılılaşma) projesinin ilk büyük adımıydı aslında.
Büyük Petro, muazzam bir para, emek ve bilgi harcanarak kurulan bu olağanüstü şehrin bütün dünyada, en azından Avrupa’da ünlenmesini bekliyordu haklı olarak.
Petersburg, ünlü bir şehir oldu.
Ne var ki, kuruluşundan yaklaşık yüz elli yıl sonra gerçek ününe kavuştu; bir adam, bir kalem ve bir kâğıtla.
Büyük Petro, tanık olamadı gerçi ama; Petersburg, maliyeti o kadar düşük, öz gücü de o kadar yüksek bir ifadeyle, bir edebi anlatımla dünya çapında ünlendi.
Dostoyevski, Beyaz Geceler’i yazdı çünkü.

Dostoyevski, bu lirik ve fantastik şehirde 1848 yılında İvan Turgenyev’in işaret ettiği şeyin -“Yüreğinin gizli kalan yerlerinde yalnız bir an yaşamak, onun mutluluktan alacağı payı değil miydi?”- edebi oluşumunu gerçekleştirmek için beyaz gecelere daldı. Ama bu büyüleyici beyazlığın içinde büyük bir hüzün ve yalnızlıkla karşılaştı.
Beyaz Geceler’in kahramanı, edebiyat tarihinin en büyük düşçülerinden biri; herkese, her kadına âşık, ama hayatında tek bir kadın bile olmamış.
Düşçü denilen kişi garip bir adam. O, bir düşsever. Dostoyevski, kahramanının ağzından düşçüyü tanımlıyor: “Bir düşçü, bir insan değildir. Tarafsız bir yaratıktır. Sürekli bir gölge içinde yaşar. Sanki kendini günden güneşten saklar. Kendi deliğine bir salyangoz gibi yapışır. Ya da bir kaplumbağayı andırır daha çok.”
Dostoyevski’nin düşçüsü, Petersburg’un beyaz gecelerinde tesadüfen bir kadınla karşılaşır. Ve dört beyaz gecelik bir olay yaşanır. Düşçüyü büyük yalnızlığından kurtarabilecek gibi bir karşılaşma-yakınlaşmadır bu. Saf, temiz, yoksul ama gururlu, duyguları dışa kapatılmış Nastenka’yla yaşanan beyaz gecelerde, düşçünün her şeyini alt üst eden ama gizlediği bir aşk; Nastenka tarafında ise ruhunu aynı şekilde alt üst eden büyük bir sevgi ortaya çıkar. Bu durum, Turgenyev’in işaret ettiği şeydir işte; her şeye, büyük hüsranlara rağmen mutluluğu yalnızca tek bir an yaşamak: “Ah tanrım!.. Ne uzun zaman dilimidir; yaşam süresince bir anlık mutluluk!.. Bir ömür boyu için yeterli olmaz mı? Az şey midir bu, bir insan yaşamı için?..”
Beyaz Geceler, Dostoyevski’nin o büyük edebiyatının, o büyük derinlik incelemesinin, bir kılavuz romanı niteliğinde. Bu kısa roman, yazarın o büyük edebiyatının; insanı belki de edebiyat tarihinde ilk defa bu denli varoluş trajedisi ve aynı zamanda varoluş mutluluğuyla birlikte ele alan, okurunu yola çıkarıcı bir kılavuz roman.
Beyaz Geceler, Dostoyevski’yi oldukça ihmal etmiş son kuşakların bu olağanüstü edebiyatla buluşabilmeleri için öncelikle okuyacakları muhteşem bir düşsel macera olabilir.
“Zayıf kalpler için şanssızlık diye bir şey yoktur. Şanssızlık güçlü kalpler ister,” diyebilen bir yazar, edebiyatın da üzerinde uçuyordur bana göre.
Beyaz Geceler’i, Martı Yayıncılık’ın yeni yayınladığı baskısından okudum tekrar. Çeviri İngilizce’den Esin Yıldız tarafından yapılmıştı (‘İngilizce aslından çeviri’nin anlamını pek çıkaramadım ama). Olsun, 1.95 YTL gibi çok uygun bir fiyatla sattığı için Martı’yı kutlamak gerek bence.

Pakize Barışta, Taraf, 6 Ağustos 2008





Dayanmaksızın, yalnız ve tek başına ! CYRANO DE BERGERAC


Tırmanma! Varsın boyun olmasın söğüt kadar,
Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?
Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına
Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına!



Hercule-Savinien de Cyrano de Bergerac (6 Mart, 161928 Temmuz, 1655)

Fransız oyun yazarı ve düellocu.

Aynı zamanda yetenekli bir asker ve şair olan Bergerac'ın askerliği babadan gelmektedir, zira babası Solomon Bergerac orduda albaydı. Bir "libertin"dir yani kiliseyle kralın sanat üzerinde uyguladıkları mutlak monarşiyi (akademiler) reddeder. Hatta bu yüzden kralın casusları tarafından düzenlenen bir suikasta kurban gitmiştir.

Cyrano de Bergerac, aynı adlı Savinien Cyrano de Bergerac'ın gerçek hayat öyküsünden esinlenilerek Fransız şair ve oyun yazarı Edmond Rostand tarafından yazılmış ünlü bir sahne eseridir.

İlk dört sahne 1640'da, beşinci sahne ise 1655'de geçer. Operası da yapılmış oyunun birçok kere filmi de yapılmıştır. 1897'de yazılmış ve kısa zamanda büyük bir üne kavuşmuştur. Eser Türkçe'ye Sabri Esat Siyavuşgil tarafından 1941'de kazandırılmıştır.




Konusu :


Cyrano de Bergerac kılıcının gücü kadar, etkili ve güzel konuşması ve burnunun büyüklüğü ile de tanınmış bir silahşördür. Kuzini Roxane'a olan aşkını burnunun iriliği nedeniyle duyduğu kompleks yüzünden dile getirememiştir. Cyrano'nun emrindeki yeni yetme yakışıklı silahşör Christian da Roxane'a aşıktır; ne var ki aşkını Roxane'ı etkileyecek kadar güzel kelimelerle ifade edemeyeceği için suskun kalır. Roxane ise Christian'ı görüp beğenir ve bir ağabey olarak bildiği Cyrano'dan bu genç adamla irtibatlarını sağlamasını rica eder. Cyrano, duygularını perde arkasından olsa da Roxane'a bu yakışıklı silahşör aracılığıyla aktarabilmek için, Christian'a değişik bir öneride bulunur: Cyrano bütün aşk mektuplarını yazacak ve ikili buluşmalarda suflör (fısıldayıcı) görevini üstlenecektir. Bu şekilde gelişen ilişki, silahşörlerin cephe emri almasıyla yeni bir boyut kazanır. Roxane ve Christian, birlik cepheye doğru yola çıkmadan hemen önce acilen evlenirler. Cyrano, Roxane'a Christian'ı koruyacağına söz verir. Cyrano Christian'ı korumakla kalmaz; onun ağzından her gün Roxane'a iki mektup yazıp, cephe gerisine kendisi götürür. Ayrılığa ve mektuplardaki hislerin gücüne dayanamayan Roxane, cepheye gelmek üzere yola çıkar. Aynı gün, Christian Cyrano'nun kendisinden habersiz Roxane'a mektup yazdığını farkeder ve bu aşkı Roxane'a itiraf etmesini ister. Christian bir mermi ile yaralanır; ölümü Roxane'ın kollarında olacak ve mektubun üzerinde Cyrano'nun gözyaşları ve Christian'ın kanı yeralacaktır. Cyrano sırrını saklamaya karar verir. Roxane manastıra kapanma kararı alır. Eser, yıllar sonra Cyrano'nun Roxane'ın kollarında aşkını nihayet açıklaması ve hayata gözlerini yumması ile son bulur.

http://tr.wikipedia.org



Defalarca beyazperdeye aktarılmasına rağmen başrolünü Jose Ferrer'in oynadığı 1950 tarihli film unutulmazdır. Sabri Esat Siyavuşgil'in muhteşem çevirisiyle Rüştü Asyalı'nın ses verdiği Cyrano hep belleklerimizde kalacak.


Aşağıda filmdeki "istemem eksik olsun" tiradı ve Siyavuşgil'in oyun çevirisi bulunmaktadır :





Ya ne yapmak lâzımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi,
Bir ağaç gövdesini tıpkı sarmaşık gibi,
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?
Kudretle davranmayıp hileyle tırmanmak mı?
İstemem eksik olsun! Herkes gibi, koşarak,
Yabanın zenginine methiyeler mi yazmak
Yoksa nâzırın yüzü gülecek diye bir an
Karşısında takla mı atmak lâzım her zaman?
İstemem eksik olsun! Ricaya mı gitmeli?
Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
Yoksa nasır mı tutsun sürünmekten dizlerim?
Yahut eğilmekten mi ağrısın ötem berim?
İstemem eksik olsun! Tazıya tut, tavşana
Kaç mı demeli? Belki kaz gelir diye bana
Tavuk mu göndermeli? Yoksa bir fino gibi
Susta durmak mıdır ki, acep en münasibi?
İstemem eksik olsun! Bir kibar salonunda
Kucak kucak dolaşıp boy atmak ve sonunda,
Marifet şiire koyup kameri, yıldızları,
Aşka getirmek midir, evde kalmış kızları?
İstemem eksik olsun! Yahut şan olsun diye,
Meşhur bir kitapçıya giderek, veresiye
Şiir mecmuası mı bastırmalı? İstemem
Eksik olsun! Acaba bulup bir alay sersem
Meyhane köşesinde dâhi olmak mı hüner?
İstemem eksik olsun! Bir tek şiirle yer yer
Dolaşıp ta herkesten alkış mı dilenmeli?
İstemem eksik olsun! Yoksa bir sürü keli
Sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?
Yoksa ödüm mü kopsun bir Allahın aptalı
Gazeteye bir tenkid yazacak diye her gün?
Yahut sayıklamak mı lâzım: Adım görünsün
Aman! diye şu meşhur Mercure ceridesinde
İstemem eksik olsun! Ve tâ son nefesinde
Bile çekinmek, korkmak, benzi sararmak, bitmek,
Şiir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,
Karşısında zoraki sırıtmak her abusun.
Eksik olsun istemem, istemem eksik olsun!
Fakat, şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonra da gayet tevazula kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hattâ bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.
Ara hakkını hattâ kendi nefsinden bile.
Velhasıl bir tufeylî zilletiyle
Tırmanma! Varsın boyun olmasın söğüt kadar,
Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?

Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına

Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına!


İstemem Eksik Olsun,
Edmond Rostand (Şiir - Kısmi)
Kaynak: Cyrano de Bergerac, Edmond Rostand, Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil MEB Yayınları, 1989

Epigraf: Online Edebiyat Arşivi, http://epigraf.fisek.com.tr

14 Şubat 2010 Pazar

Dorian Gray'in Portresi


Sadece eserleriyle değil, özel yaşamıyla da ünlenmiş olan İrlandalı yazar Oscar Wilde etrafında dönen tartışmaları çoğu edebiyat okuyucusu bilir. Eşcinsel oluşu, dostu Lord Alfred Douglas'la aralarındaki münasebetler, Lord'un babasının eşcinsellik suçlamasıyla Oscar Wilde hakkında açtığı dava, yazarın mahkemede suçlu bulunarak iki yıl ağır hapis cezasına çarptırılışı gibi olaylar dönemin İngiltere'sinde büyük skandal yaratmış, sonraki dönemlerde de Oscar Wilde ve hayatı etrafında dönen bir dizi yoruma ve tartışmaya neden olmuştur.

Bu tartışmalar yazarın eserlerini de kapsamış, Oscar Wilde eşcinsellik suçlamasıyla çıkarıldığı mahkeme salonunda özel mektuplarının yanı sıra sonradan klasikler arasına girecek yapıtı 'Dorian Gray'in Portresi'ni de savunmak zorunda kalmıştır.

İçeriğinin yanı sıra bizzat Oscar Wilde'ın sanatsal tavrına ve görüşlerine ayna tutması bakımından önemli olan kitapta, Dorian Gray adlı genç ve olağanüstü yakışıklı bir gencin, arkadaşı Lord Henry Wotton tarafından hedonizme ve nihilizme sürüklenişi konu edilir.

Lord Henry, hayatta gençlik ve güzellikten başka hiçbir şeyin önemli olmadığı, iyi olmanın ve erdemin yaşamın tüm eğlencesini yok ettiği yolundaki görüşleriyle genç Dorian'ın düşüncelerini zehirler. Onun yönlendirmesiyle yoldan çıkan, giderek daha çok kötü ve yoz olana ilgi duyan Dorian çifte bir yaşam sürmeye başlar. Gündüzleri normal yaşantısına devam ederken, geceleri çeşitli sefahat alemlerine dalar. Ancak kitabın asıl nirengi noktası, Dorian'ın gençlik ve güzellik için ruhunu şeytana satmasıdır.

Dorian, ona tutkun ressam Basil Hallward'ın yaptığı kendi portresini gördüğünde bir dilekte bulunur:

"Ne hazin şey! İhtiyarlayıp çirkinleşeceğim, iğrenç olacağım. Oysa bu resim sonsuza dek genç kalacak. Şu haziran günündeki yaşından öteye hiç gitmeyecek... Öbür türlü olabilseydi! Sonsuza dek genç kalan ben, ihtiyarlayansa şu resim olsaydı! Bu uğurda... Bu uğurda her şeyimi verirdim! Evet, koca dünyada vermeyeceğim hiçbir şey yok! Ruhumu bile satarım bu uğurda!"Dorian'ın o anda, kendi güzelliğinden ve gençliğinden etkilenerek söylediği bu sözler onun trajedisinin başlangıcını oluşturur.


Sanat üzerine bir manifesto

'Dorian Gray'in Portresi' yayımlandığında, Wilde'ın bu kitabıyla günah çıkarttığı yorumunda bulunanlar olmuştur. Kitaptaki Lord Henry tiplemesinin ise, bizzat Wilde'ın kendisi olduğu ileri sürülmüştür. Gerçekten de kitap eşcinsellik motifleri taşır. Ressam Basil Hallward'ın Dorian'a duyduğu tutku, her ne kadar saf aşk şeklinde işlenmiş, cinsellikle ilgili hiçbir motif kullanılmamışsa da burada bir erkeğin bir diğer erkeğe duyduğu aşk söz konusudur. Hatta Lord Henry'nin Dorian'a olan ilgisi için de böyle bir yorum yapılabilir.

Ancak kitabın içerdiği cinsel motifler ya da Oscar Wilde'ın hayatının ne kadarını yansıttığı bir yana, aslında kitap romantik edebiyatın ve sonraları Alman ekspresyonist sinemasının yoğun olarak işlediği konulara yer verir: Çift ya da iki kişilikli olma durumu ya da çifte yaşam sürme durumu, ruhunu şeytana satma, kaderle pazarlık yapma gibi. Burada, her ne kadar romantikler kadar olmasa da Wilde'ın insan varoluşu üzerine kendi estetik düşüncelerine dayanarak birtakım görüşler ileri sürmesi söz konusudur.
Diğer yandan kitap, Wilde'ın sanat üzerine düşüncelerinin bir manifestosu niteliğindedir: "Sanatçı güzel şeylerin yaratıcısıdır. (...) Güzel şeylerde çirkin anlam bulanlar, sevimli olamadan yozlaşmışlardır. Bu bir hatadır. Güzel şeylerde güzel anlamlar bulanlar kültür ve zevkleri gelişmiş kişilerdir. Onlar için umut vardır. Onlar güzel şeylerin salt Güzellik ifade ettiği seçkinlerdir."
'Dorian Gray'in Portresi'nin bir diğer özelliği, Wilde'ın çoğu eseri gibi Victoria Çağı İngilteresi'nin katı ahlakçılığını ve ikiyüzlülüğünü alaycı bir dille eleştirmesidir. Lord Henry'nin konuşmaları bize dönemin İngiliz ahlakı ve yaşam tarzı hakkında birçok ipucu verir, ancak bu konuşmaların altında ince bir alay ve horgörü yatar.
Gerek yaşamı gerekse yapıtlarıyla döneminin en muhalif kişilerinden biri olan Oscar Wilde, aslında zeki ve alaycı üslubuyla İngiliz toplumunu hedef aldığı kadar kendisini de hedef almıştır. Bu anlamda 'Dorian Gray'in Portresi', bir kişinin kendisi hakkında yapabileceği en acımasız eleştirilerden biridir.

ESİN COŞKUN, 14.11.2003 Radikal İki



13 Şubat 2010 Cumartesi

YOL UMUTTUR, UMUT TÜRKÜDÜR...

Anadolu,
Sırlarla dolu bir mücevher kutusu...

Her sırrın ardında başka bir sır...
Her yolun sonunda bir başka yol...

Susuzluğun, biçareliğin eşiğinde; Anadolu
dertlere derman dolu her kapıya açılan yolu...

Nasıl da umut doludur tam da bitti sandığın noktada...
Bu insanlar nasıl yaşamış bu kadar her duyguyu dolu dolu...

Ne olsa da kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama

Bu kadar yalın bu kadar net anlatılabiilir mi umut...
Bu kadar isyan bu kadar çaresizlik bu kadar bilmezlik;
böyle net özetlenebilir mi?...

Daimi'yim Her Can Ermez Bu Sırra,
Gerçek Kamil Olan Yeter O Nura.

Ve çözüm böyle güzel gösterilebilir mi?..

Yusuf Sabır İle Vardı Mısır’a,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

h.a.



Ne Ağlarsın Benim Zülfü Siyahım

Erzincan/Tercan-Aşık İsmail Daimi-Mine Yalçın

Ne Ağlarsın Benim Zülfü Siyahim,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.
Göklere Erişti Figânım Ahım,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

Bir Gülün Çevresi Dikendir Hardır,
Bülbül Har Elinde Ah İle Zardır.
Ne Olsa Da Kışın Sonu Bahardır,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

Daimi'yim Her Can Ermez Bu Sırra,
Gerçek Kamil Olan Yeter O Nura.
Yusuf Sabır İle Vardı Mısır’a,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

Aşık Daimi (İsmail Aydın)

Aşık Daimi 1932 yılında İstanbul'da doğdu, aslen Erzincan'ın Tercan ilçesindendir. Ali Babaoğullarından Baba Daimi, Birinci Dünya savaşı sıralarında İstanbul'a göç etmiştir. Aşık Dami'nin iki dedesi de saz şairiydi o nedenle saz çalmayı ve söylemeyi kolayca öğrendi. Bir süre sonra da kendi deyişlerini okumuştur. İstanbul'dan ayrılarak bir süre baba diyarında kalan aşık 1950 yılında evlendi iki kızı ile iki oğlu dünyaya geldi. 1962 yılında bir daha dönmemek üzere İstanbul'a yerleşti.

TRT Genel Müdürlüğü'nce açılan sınavı kazandı. O tarihten sonra kaşeli sanatçı olarak görevini sürdürdü. Zaman zaman yurtiçi ve yurtdışında konserler verdi. 17 Nisan 1983 tarihinde aramızdan ayrıldı. En çok bilinen eserleri: Ne ağlarsın, seherde bir bağa girdim, bir seher vaktinde...

BEKLE BİZİ İSTANBUL

Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünür düşünürüm
İstanbul

Binbir direkli Haliç'inde akşamlar
Adalarında bahar Süleymaniye'nde güneş
Ey sen ne güzelsin ey kavgamızın şehri
İstanbul

Boşuna çekilmedi bunca acılar
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle
Parklarınla, köprülerinle, meydanlarınla
Bekle bizi İstanbul

Tophane'nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan çocuklarınla bekle
Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi
İstanbul

Haramilerin saltanatını yıkacağız
Bekle o günler gelsin gelsin İstanbul
Sen bize layıksın bizde sana İstanbul
İstanbul

Boşuna çekilmedi bunca acılar
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle
Parklarınla köprülerinle meydanlarınla
Bekle bizi İstanbul

OTUR BAŞTAN YAZ BENİ İSTANBUL


Senin sevdan bir kere
düştü mü insanın içine İstanbul...
Sonrası iflah olmaz hasrettir...
İşte geliyorum yine kapına,
tut elimden sevdanla yak beni
otur baştan yaz beni!...
h.a.

Müthiş bir türkü, müthiş bir yorum... aşağıdaki olgun şimşek yorumu da dinlenmeli...

Üflediler söndüm
karanlikta gönlüm
hic bilmezdim ama
derindeymiş pek derdim

bak içime gör beni
tut elimden yak beni
istemezsen bu aşkı
otur baştan yaz beni

aklım nasıl şaşkın
sevdam deli taşkın
sen görmezsin amma
narındayim ben askin

bak icime gor beni
tut elimden yak beni
istemezsen bu aski
otur bastan yaz beni

Söz:
Neşe Şen
Beste: Cem Yıldız


YOLDA KAYBOLANLAR: Yıldırım Önal



Yıldırım Önal (1931 - 10 Ekim 1982), tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmen.

Kendine özgü konuşma biçimi ve etkileyici sesiyle oluşturduğu üslupla dikkati çekmiştir.


1953'te Ankara Devlet Konservatuvarı tiyatro bölümünü bitirdi.Aynı yıl sahneye çıktığı Devlet Tiyatroları'nda, kısa bir ara dışında 1963'e değin oynadı.Schiller'den Maria Stuart (1953), Reşat Nuri Güntekin'den Tanrıdağı Ziyafeti (1954), Turgut Özakman'dan Güneşte On Kişi (1954), Cevat Fehmi Başkut'tan Harput'ta Bir Amerikalı (1955), Shakespeare'den On İkinci Gece1955), Gerhart Hauptmann'dan Rose Bernd (1962) gibi oyunlarda rol aldı.Özellikle Edmund Morris'in Tahta Çanaklar (1956), Özakman'ın Duvarların Ötesi (1958) ve Tennessee Williams'ın Arzu Tramvayı 'ndaki (1960) tiplemeleriyle büyük övgü topladı.
(

Sonraki yıllarda zaman zaman özel tiyatrolarda da çalıştı.Arena Tiyatrosu'nda oynadığı George Bernard Shaw'dan Sezar ve Kleopatra (1963) oyunuyla İlhan İskender Armağanı'nı kazandı.1970'lerin ortalarında bir kez daha Devlet Tiyatroları'na döndü.1977'de TRT'ye seslendirme yönetmeni oldu.

1970'lerde tiyatrodan koparak kendini sinema ve televizyon çalışmalarına verdi.Önal, bir turne için gittiği İzmir'de beyin kanamsından öldü.

1973 yılında “dinmeyen sızı” filmindeki rolüyle ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ seçilerek altın portakal ödülü’nü alan tiyatro ve sinema sanatçısı yıldırım önal, yaşamının son yıllarında girdiği ekonomik sıkıntı nedeniyle, ödülünü bir rehinciye bırakmak zorunda kalmış ve ödülünü geri alamamıştı. yıllar sonra rehincinin oğlu tarafından antalya kültür sanat vakfı’na teslim edilen ödül, 1999 yılından itibaren yıldırım önal anı ödülü olarak her bir yıl oyuncuya emanet edilmektedir.


Filmleri

  • Hostes Hanım (1970)
  • Vatan ve Namık Kemal (1971)
  • Dinmeyen Sızı (1972)
  • Şehvet Kurbanı (1972)
  • Baba (1973)
  • Zavallılar (1974)
  • Gülerken Ağlayanlar (1974)
  • Mağlup Edilemeyenler (1974)
  • Talihsizler(1973)

http://tr.wikipedia.org