Çarşı kapısında İbrahim amca
Dimdik ayakta, hayata karşı
Kulağında muhabbet kuşunun şarkısı,
Elinde tespih,
Keyifli bir sohbet eşliğinde,
Seyreder geleni geçeni
Şimdi bir sığıntı gibi yanaşmışsın yanındaki binaya
Varmak değil gitmek güzel, menzil değil yol güzel
Yüz yıldır çözülemeyen ve dünyanın en büyük 7 probleminden biri sayılan Poincaré varsayımı çözen Rus matematikçi, matematiğin Nobel'i olarak kabul edilen Fields Ödülü'nü reddetmiştir. Matematikle ilişkisini kestiği söylenen dahi Grigori Perelman'ın annesinin evinde tamamen matematikle ilişkisini kesmiş bir şekilde sadece edebiyatla ve özellikle operayla ilgilenmeye başlamıştır.
Madrid'de düzenlenen törende, İspanya Kralı 1. Juan Carlos, Rus Andrei Okunkov, Avustralyalı Terence Tao ve Wendelin Werner'e ödüllerini verdi. Ama yüz yıldır çözülemeyen, dünyanın en büyük 7 probleminden biri sayılan Poincare varsayımını çözen Rus matematikçi Grigori Perelman törende yoktu. Prestijli Fields Ödülü böylece ilk kez reddedilmiş oldu.
St. Petersburg'daki Steklov Enstitüsü'ndeki görevinden istifa ederek iki yıl önce kayıplara karışan Perelman'ın, psikolojik olarak zor bir dönemde olduğu matematikle ilişkisini kestiği belirtiliyor.
Perelman'ın, uzmanlar tarafından bile zor anlaşılan, Poincaré önermesine çözümünün resmen kabul edilmesinin ise yıllar alabileceği belirtiliyor.
Üç boyutlu uzayı sarmalayan iki boyutlu düzlemin, dördüncü boyut olan "zaman"la bağı üzerine devrim niteliğinde bir çalışma ortaya koyan Grigori Perelman'dan yaklaşık iki yıldır haber alınamıyor. Perelman, 2002 yılında dünyanın çözülemeyen en büyük 7 probleminden biri olarak kabul edilen Poincaré varsayımını çözdüğünü iddia ederek internette 39 sayfalık bir makale yayımladı.
Ertesi yıl ilkini tamamlar nitelikte 22 sayfalık başka bir makaleyi de internette yayımlanayan Perelman, aslında çalışmalarında Poincaré varsayımından hiç söz etmiyor. Bu problemin de bağlı olduğu çok daha geniş kapsamlı bir önerme olan Thurston Geometrizasyon Konjektürü'ne çözüm getiren Rus matematikçi, 2003 yılında ABD'de bir dizi konferans verdi ve bilim dünyasına çalışmalarını anlattı.
Düşünce tarihinde yeni bir sayfa
İlk etapta kuşkuyla yaklaşılan makalelerin doğrulunu test etmek için oluşturulan bilim kurulları geçtiğimiz günlerde Perelman'ı destekler nitelikte açıklamalarda bulundu. Çoğu bilim insanı sadece matematik alanında değil, düşünce tarihinde yeni bir sayfa açıldığında hemfikir. Elde edilen bilgiler ışığında bilgisayar teknolojilerinde olduğu kadar bilimin hemen her alanında büyük değişimler bekleniyor. Üç yıldır Perelman'ın makaleleri üzerinde çalışan Yale Üniversitesi'nden Bruce Kleiner, değil önümüzdeki 100 yılda, belki de hiçbir zaman çözüleceğine inanmadıkları bir problemin çözüldüğünü söylüyor.
Uzmanlar çözümü bile zor anladı Rus bilimadamının, 2002'de tüm dünyayı şaşkına çeviren Poincaré varsayımına çözüm olarak sunduğu makaleler çok ağır bir matematik diliyle yazılmıştı ve bilimsel bir makaleden çok karalamayı andırıyorlardı. Uzmanların anlamakta güçlük çektiği dokümanların gelmiş geçmiş en büyük matematik problemlerinden birinin çözümünü içerdiğine artık kesin gözüyle bakılıyor. Yazdıklarıyla ilgili detayları açıkladığı ABD'deki konferanslarından sonra 2003'te ülkesine dönen Perelman o tarihten beri e-posta ve telefonlara yanıt vermiyor. Steklov Enstitüsü'nden de ayrıldığı söylenen Grisha'nın ne yaptığı merak konusu. En büyük zevki mantar toplamak
ABD'li Clay Matematik Enstitüsü'nün problemin çözümünü bulan bilim adamına vermeyi vaad ettiği 1 milyon doları almak için çaba sarf etmeyen ve 1996'da Avrupa'nın en saygın matematik kurumunun verdiği Genç Matematikçi Ödülü'nü kabul etmeyen Perelman, esrarengiz kişiliğiyle de merak konusu. Grisha adıyla da anılan Grigori Perelman, 1966 St. Petersburg doğumlu. 1982'de henüz bir lise öğrencisiyken Madrid'deki Matematik Olimpiyatları'nda en yüksek skorla altın madalya aldı. Perelman, 90'lı yıllarda araştırma bursuyla ABD'deki üniversitelerde bulundu.
O dönemki arkadaşları tarafından "Sanki bu dünyadan değil gibiydi" diye tanımlanan Grisha, uzun saç ve tırnaklarıyla Rasputin'e benzetilmiş. Dahi matematikçinin en büyük zevkinin St. Petersburg yakınlarındaki ormanlık alanda mantar aramak olduğu söyleniyor.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Grigori_PerelmanHakan Aksay, TARAF, 27 Aralık 2008
Ünlü Türk şairi Ahmet Haşim 1884 yılında Bağdat'ta doğmuştur. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey'in oğludur. 12 yaşlarındayken annesinin ölümü üzerine babasıyla İstanbul'a gelmiştir (1891). Bir yıl kadar Nümune-i Terakki Mektebi'nde okumuş sonra Mekteb-i Sultani'ye (Galatasaray) geçmiştir (1897). Galatasaray'ı bitirdikten (1906) sonra Reji İdaresi'ne girmiş, aynı zamanda Hukuk Mektebi'ne kaydolmuştur. Haşim, İzmir Sultanisi'nde Fransızca öğretmenliği yapmış (1908-1910), Maliye Nezareti'nde, Düyun-u Umumiye'de çalışmıştır. Birinci Dünya Savaşı boyunca yedeksubay olarak orduda bulunmuş, savaşın bitiminde İstanbul'a yerleşmiş, İaşe Müfettişliği'nde bulunmuş ve Osmanlı Bankası'nda çalışmıştır.
Ahmet Haşim, Cumhuriyetin ilânından sonra Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik, Mülkiye Mektebi'nde de Fransızca dersleri vermiştir. Uzun süre Akşam gazetesinde fıkralar yazmıştır. 1932 yılında böbrek rahatsızlığı nedeniyle Frankfurt'a giderek tedavi görmüş, 4 Haziran 1933 tarihinde ölmüştür.
Haşim'in şiir ile tanışması Galatasaray'da öğrenci iken başlamıştır. Okuldaki öğretmenleri arasında Tevfik Fikret ve Ahmet Hikmet vardır. Abdülhak Şinasi Hisar, Galatasaray'da Haşim'in Ahmet Samim, Orhan Şemsettin, Hamdullah Suphi, Emin Bülend, İzzet Melih, Ahmet Bedî gibi edebiyatsever gençlerle bir grup oluşturduğunu yazmaktadır. Ahmet Haşim, Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret etkileri taşıyan ilk şiirlerini 1900-1912 yılları arasında Mecmua-i Edebiye (burada çıkan ilk şiiri "Hayali Aşkım"dır (1900) Aşiyan, Musavver Muhit dergilerinde yayımlamıştır. Yetiştiği yıllarda Fecr-i Ati topluluğuna katılmış, Servet-i Fünun, Resimli Kitap, Rebap gibi dergilerde yazmıştır. Daha sonra Dergâh dergisinde toplanan sanatçılar arasına katılmıştır. Dergâh'ta yayımlanan ilk şiiri "Bir Günün Sonunda Arzu"dur (1921). Aynı yıl ilk kitabını çıkarmıştır: Göl Saatleri.
Haşim'in gençlik döneminin önemli bir şiiri olan "Şiir-i Kamer" i değerlendirirken Hisar şunları yazmaktadır: "Haşim'in bütün hayatı boyunca devam eden kafiye yanlışları da bu tarihte başlar. 'Şiir-i Kamer' o zamanki dilimizde kullanılan eski farîsî ve arabî kelimelerle doludur. Edebiyat-ı Cedide şairlerimizin yazdıklarından daha eski bir zamana uyarak, daha eski bir edâya dalar ve daha şahsî bir hususiyetle çağıldar".
Tanpınar, Haşim'in gerek şair gerekse estetik olarak genç kuşak üzerinde geniş etkisi olduğunu belirtmekte ve şöyle demektedir: "Biz, bugünkü nesil, fikir ve sanat hayatına, Haşim'in yıldızı altında girdik. Tefekkür ve tahassüsüsmüzde 'Piyale' ve 'Şi'r-i Kamer' şairinin büyük tesirleri oldu. İlk yazılarımızı onun etrafında yazdık."
Eserleri:
Göl Saatleri (şiir, 1921), Piyâle (şiir, 1926); Bize Göre (1928), Gurebâhâne-i Laklakan (1928), Frankfurt Seyahatnamesi (1933)
http://www.40ikindi.com | ||
| |
Eskiden yıl Kasım ve Hızır olarak ikiye ayrılırdı. Kasım; Kasım ayının sekizinde başlar, 46'sında erbain, 86'sında da hamsin girer, kışın en soğuk 90 günü böylece geçerdi. Cemrelerin ilkinin, Kasımın 105'inde (19-20 Şubat) "havaya", ikincisinin Kasımın 112'sinde (26-27 Şubat) "suya", üçüncüsünün de Kasımın 119'unda (5-6 Mart) "toprağa" düştüğüne inanılırdı.
Halkımızın arasında yaygın olarak baharın müjdecisi olarak bilinen sıcaklığın artması olayına cemre denir. Cemre, birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa düştüğüne inanılan bir ısıtıcı güçtür (Meydan Larousse, 1969). Cemre üç tanedir: Birinci Cemre havaya (19-20 Şubat), İkinci Cemre suya (26-27 Şubat) ve Üçüncü Cemre de (5-6 Mart) toprağa düşer. Her cemrenin düşüşüyle hava sıcaklığı artar, cemrelerin arasında ise sıcaklıklarda küçük bir düşüş görülür [1]
Böylece cemre, havanın aşağıdan değil de sanki yukarıdan aşağıya doğru ısındığını ifade eder. Meteorolojik folklörümüzdeki önemli yeri ve küresel ısınmada havanın ısınması konusunun önemi nedeniyle cemre burada kısaca ele alınmıştır.
Öncelikle sanıldığı ve cemrenin açıklandığı gibi güneş ışınları atmosferimizi doğrudan ısıtmaz. Diğer bölümlerde açıklandığı gibi yeryüzeyi, güneş ışınlarını yuturak önce kendi ısınır, sonra atmosferi ısıtır (Lutgens ve Tarbuck, 1989). Açık bir günde, atmosferin alt tabakasından geçen güneş enerjisi, yeryüzeyi tarafından yutulur. Dolayısıyla yeryüzeyi ısınır. Yüzeydeki hava ısındıkça, yüksekteki havadan daha az yoğun hale gelir. Isınan hava yükselir ve daha soğuk olan hava çöker. Yükselen hava, genişler ve soğur. Su buharı, bulut damlacıkları şeklinde yoğunlaşarak, hal değişim ısısından dolayı, havanın ısınmasını sağlar. Bu sırada dünya karbondioksit ve su buharı tarafından yutulup tekrar yayınlanan, kızılaltı ışınları yayınlar. Gazların yoğunluğu, dünya yüzeyinde daha az olduğundan, yutma işleminin büyük bir kısmı, yüzeye yakın katmanlarda gerçekleşir. Dolayısıyla, atmosferin alt tabakaları aşağıdan yukarıya doğru ısıtılmış olur.
"Dahilikle delilik arasında ince bir çizgi vardır" derler. Her dahi biraz da delidir. Ama yanılmıyorsam dahilere atfedilen bu az buçuk delilik, onların yaratıcılıklarına ve sıradışı özelliklerine gönderme niteliğinde bir iltifattır da aynı zamanda.
Okuldan sonra evine dönmüş, evlenmiş; ama kısa süren evliliğinden sonra şizoaffektif bozukluğu teşhisiyle on yıl tedavi göreceği Graylands Sinir ve Akıl Hastalıkları Hastanesi'ne yatırılmıştır. Tedavisi sürecinde piyano çalması yasaklanan David, hastaneden çıkıp dışarıdaki yaşama adım attığında dönen talihinin yolunda yürümekte olduğundan habersizdir.
Bir barda çalışmaya başlayıp piyanodaki ustalığıyla terar “parlamaya” başlayan David, astrolog Gillian Murray ile evlendiğinde hem hayat arkadaşını bulmuş hem de dünyanın birçok ülkesinde konserler vermeye başlamıştır. 1991 yılında “Liszt, Racmaninoff, Chopin” CD'si Avustralya ARIA Ödülüne aday gösterilir. 1996 yılında Scott Hicks'in yönettiği, baş rolünde Geofrey Rush'ın oynadığı ki bu rölüyle Oscar almıştır kendisi, David Helfgott'un hayatını anlatan Shine adlı film çekilir. Filmin gösterimiyle beaber David Helfgott adı tüm dünyada duyulur. David'in “Racmaninoff 3” CD'si, filmin saundtrack'iyle birlikte best-seller olur. 1997 yılında New York Times ve Billboard, Helfgott'u “yılın en etkili klasik müzik sanatçısı” ilan ederler.http://www.hafif.org/yazi/deli-mi-dahi-mi-david
Warren Ellis.Dirty Three’nin usta kemancısı. Mandolin’den Buzuki’ye bir çok enstrümanı çalan bir isim. Aynı zamanda Nick Cave’in son ilham perisi.
Warren Ellis The Bad Seeds’e 1995′te katılmıştı ki bu dönemlerde Blixa Bargeld ve Mick Harvey , Cave’le beraber yaratıcı olarak ön planda olan isimler olmaya devam ediyorlardı.Ellis’in katılımı ile beraber ilerleyen yıllarda Blixa’nın rolü gide gide azalmaya başladı ki kanımca bunda Cave’in kendi efsanesini körükleyen mitik portrelerden ziyade daha çıplak sözlere yönelişi ve bunun müziğe de yansımasının payı vardı.Öyle ki 97 tarihli “Are you the one that i’ve been waiting for” adlı parçanın klibinde Blixa gitara neredeyse dokunmuyor ve sadece yerinde duruyordu.Belki de Bad Seeds fanları için o zamanlar Blixa’nın orda durması bile yeterliydi. Ta ki 2003′e kadar. Eleştirmenlerin genel olarak Nick Cave ve Bad Seeds’in en vasat albümü olarak nitelendirdiği Nocturama’dan sonra Blixa gruptan ayrıldı. Warren Ellis grupta daha yaratıcı bir güç olarak ön plana çıkmaya başlıyor, bu Mick Harvey’nin daha da geri planda kalmasına sebep oluyordu.Bu durum Cave’le Birthday Party’den bu yana beraber olan Harvey’nin geçtiğimiz aylarda gruptan ayrılmasıyla nokta buldu.
Bu ayrılıklara rağmen Cave Ellis’te yeni hayat bulmuşa benziyor.Cave 2005′te The Proposition adlı filmin senaryosunu yazdı ve Ellis’le beraber filmin müziklerini yaptılar. Daha Sonra da The Assassination of Jesse James için geçtiğimiz yılların en başarılı soundtrack çalışmalarından birine imza attılar. 2006′da Cave , Ellis ve Bad Seeds’ten davulcu Jim Sclavunos ile basçı Martyn Casey ‘den oluşan Grinderman topluluğu karşımıza çıktı.Grinderman’le Cave sert ve mizahi yönünü ön plana çıkarıyordu. 2008′de Bad Seeds albümü Dig , Lazarus , Dig geldi. Ve en son olarak karşımızda The Road adlı filmin soundtracki ile çıkıyorlar. Umarız Cave ve Ellis birlikteliği bol meyva vermeye devam eder.
The Road , The Proposition yönetmeni John Hillcoat’un çektiği Cormac McCarthy’nin aynı adlı romanından uyarlanan bir film. Henüz filmi izlemediğim için soundtrack’in filme uyumluluğu hakkında çok net bi fikir belirtemeyeceğim.Fakat The Road’u okudum ve kafamda oluşan genel bi çizgi var.McCarthy kısa cümleler kuran , basit duran ama aynı zamanda zengin ve iç karartıcı bir stile sahip. Öne çıkan öğeler, karakterlerin yanısıra McCarthy’nin özgün betimlemeleriyle hayat bulan dünyalar oluyor.Blood Meridian’da Eski Amerika efsanevi bir kimliğe bürünürken , The Road’ta kıyamet sonrası dünya umudun çok az olduğu gri , solgun , küllü ve ıssız bir yer.
Cave ve Ellis, Jesse James’de ki minimalist çizgiyi burada The Road için de korumuşlar.Jesse James bir soundtrackten ziyade başlı başına bir albüm gibi hem kendi ayağı üstünde durabilen parçalara sahipti hem de olabildiğine sinematik bi havadaydı. Albümde hafif bir hareketlilik( buna da hareketli dedim ya! ), hafif bir aciliyet hissi vardı.The Road daha durgun bi havaya sahip. Parçalar yine minimalist ve atmosferik. Romanın ( ve tahmin ettiğim kadarıyla filmin) iç karartıcı ve korkutucu havası The Cannibals , The Family ve The Cellar adlı parçalarda hissediliyor.The Cannibals Ellis’in kemanı ve davullar(!) ile bizi ürkütürken ilk parça Home nostaljik bir çocukluk hatırası gibi ve büyük ihtimalle romanda hiç görmediğimiz kıyamet öncesi zamana atfediyor. The Road ise Cave’in piyanosu üstüne Ellis’in kemanının kasvetli melodilerini yığıyor.
Birçok The Road okuyucusu romanın o kadar karamsar olduğu görüşünde ki bir daha okumak zor geliyor diyorlar ve internette bloglar ve forumlarda dönen yorumlara göre film de aynı etkiyi yapmış.Yürek kaldırmaz hesabı. Tabii bu manipülatif bi karamsarlık değil. Sadece var. The Road’un soundtrack’i de bu karamsarlık ve umutsuzluğu; aynı zamanda nostalji ile umut kırıntılarını yansıtıyor. Belki de bu yüzden ben de bir Jesse James kadar The Road soundtrackine henüz geri dönemiyorum.Yine de onu geçmese de ona çok yaklaşan gayet başarılı bir soundtrack albümü bu.
“Once there were brook trout in the streams in the mountains.You could see them standing in the amber current where the white edges of their fins wimpled softly in the flow.They smelled of moss in your hand.Polished and muscular and torsional.On their backs were vermiculate patterns that were maps of the world in its becoming.Maps and mazes.Of a thing which could not be put back.Not be made right again.In the deep glens where they lived all things were older than man and they hummed of mystery.”
–Cormac McCarthy , The Road’un son paragrafıŞu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı' Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. Yedi iklimi cihânın duruyor karşında, Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm. Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer; Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi; 'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi. Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? 'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. 'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan; Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber. |
Mehmet Akif Ersoy |