27 Ocak 2010 Çarşamba

BİR ROMAN BİR MEKAN: Suskunlar - Galata Mevlevihanesi


Bir ikindi vakti İstiklal caddesinin gürültüsünden kaçıp sığınmıştım Galata Mevlevihanesinin bahçesindeki banka. Karşımdaki mezarlık yıllar sonra bir romanda karşıma çıkıverdi.

"Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür"

Mevlana'nın bu sözüyle başlıyor İhsan Oktay Anar'ın son romanı Suskunlar.

Eflatun'un kendini çağıran sesin peşinde Galata Mevlevihanesi'ne olan yolculuğundan bahseden kitap adını mevlevihanenin içindeki mezarlıktan alır ve şu sözlerle sona erer:

"Kahin, görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve Eflatun'u gördü. Bu efendi, sessizliği sessizce dinleyerek, Galata Mevlevihanesideki mutfak-ı şerifindeki dibekte kahve dövme işini bırakmadı ve hiçbir zaman da bir Mevlevi dedesi olmadı. Bu onun olduğu kişğ olmaya devam edeceği anlamına geliyordu. Seneler sonra kalbi durduğunda, defnedileceği yer de belliydi; Dergahtaki Suskunlar Haziresi"



"Suskunlar" la ilgili inceleme ve eleştiri yazıları:

http://www.dipnotkitap.net/ROMAN/Suskunlar.htm



Galata Mevlevihanesi Beyoğlu'nda Tünel tarafında Galip Dede Caddesi'nin başında bulunan bir mevlevihanedir.

Orijinal adı Kulekapı Mevlevihanesi olan Galata Mevlevihanesi, İstanbul’un fethinden sonra 1491 yılında Osmanlı’nın yeni başkentinde kurulan ikinci mevlevi tekkesidir. Theophile Gautier, Enmondo de Amicis gibi meşhur Batılı İstanbul gezginlerinin “Beyoğlu Mevlevihanesi”, “Kulekapı Mevlevihanesi” olarak sözünü ettiği mevlevihanenin bulunduğu yerde daha önce Bizans’ın St. Theodore Manastırı vardı.

Ağaçlarla kaplı bu ıssız yeri, Sultan II. Bayezid bostancıbaşılık ve beylerbeylik yapan İskender Paşa'ya verir, o da burada bir av çiftliği kurar. Mevlâna'nın torunlarından Sema-i Mehmet Dede, paşadan arazisinin bir bölümünü mevlevi dergâhı yapmak için ister. İskender Paşa da bu dileği kabul eder ve 1491'de Galata Mevlevihanesi'nin yapımına başlanır. Galata Mevlevihanesi, kuruluşundan kısa bir süre sonra halveti zaviyesine dönüşür; 17. yüzyıl başlarında Kasımpaşa Mevlevihanesi'nin kurucusu Sırrı Abdi Dede'nin çabalarıyla yeniden mevlevihane haline getirilir.

Girişte sol tarafta bulunan küçük mezarlıkta Şeyh Galip ve Nayi Osman Dede'nin mezarları bulunur.

Mevlevihane 27 Aralık 1975 tarihinde halkın ziyaretine açılmıştır. Divan Edebiyatı Müzesi olarak kullanılmaktadır. Her ayın ikinci ve son Cuma günleri düzenlenen sema gösterileri ile geçmişle günümüz arasındaki bağı devam ettirir.

SENSİZ YÜRÜNMEZ (DOĞAL YAŞAM VE BAŞKALDIRI)



Naturalis yazar ve ilk çevrecilerden olan Henri David Thoreau (1817-1862) için doğa, inancının bir parçasıydı. Thoreau bu amaçla 1845 yılının ilkbaharında Walden gölünün kıyısına bir kulübe yaptı. Burada doğayı gözlemledi, çiftçilik yaptı gözlemlerini ve düşüncelerini bir günlüğe kaydetti.

Doğal dünyada yaşamını sürdürürken bilinçli olarak yaşamayı hayatın sadece temel ihtiyaçlarını dikkate almayı ve hayatın öğretmesi gerekeni öğrenmeyi arzuladı günlük yaşamından kesitlerle beraber insanın varoluş gerçeği, toplum, devlet ve diğer konular üzerine tefekkürlerini açık ve net bir bilgelikle kaleme aldı. (Thoreau münzevi bir hayat yaşamıyordu. Hergün ziyaretçileri vardı ve yürüyerek yakındaki kasabaya gidip geliyordu)

Thoreau`nun dikkat çeken kabiliyeti sıradan gündelik bir olayı veya doğadaki bir detayı gözlemleyerek başladığı düşüncesini insanoğlunun en temel sorunlarını derin bir bakış açısıyla ele alabilecek şekilde geliştirmesidir.

Amerikan ebediyatının en büyük klasiklerinden biri olan bu kitapta düşüncelerini toparladı Tolstoy ve Gandi gibi büyük şahsiyetleri etkilemesiyle tanınan Thoreau`nun bu eseri tüm dünyada felsefi düşüncede bir baş yapıt olarak kabul edilmiştir.

Henry David Thoreau (12 Temmuz 1817 Concord, Massachusetts'de doğdu - 6 Mayıs 1862 aynı yerde öldü), ABD'li yazar, düşünür ve çevreci.

Hayatı

1817 yılında Massachusetts eyaletine bağlı Concord'da doğdu. Harvard Üniversitesi'nden 1837 yılında mezun oldu. Hiçbir zaman geleneksel bir öğrenci olmamıştı, okul yıllarında transandantalizme ve Ralph Waldo Emerson'a olan ilgisi başladı. Harvard'dan mezun olunca bir süre babasının dükkânında çalıştı, daha sonra bir okulda öğretmenlik yaptı. Düşüncesel anlamda fazlasıyla etkisinde kaldığı, ve ömür boyu dostu olacak Emerson 1841'de onu evine davet etti, ve Thoreau 1843'e kadar sık aralıklarla Emerson'da kaldı. Emerson'ının asistanı gibiydi, The Dial isimli transendentalist dergiye şiir ve nesirleri ile katkıda bulundu. 1845 yılında Concord şehrinin dışında bulunan Walden Gölü kıyısında, Emerson'a ait olan bir arazinin üstüne bir kulübe inşa etti. Burada geçirdiği iki yılın meyvesi olarak "Walden" kitabını yazdı. Walden gölünün kıyısında geçirdi doğayla bütünleşik ama yalnız iki yılın bir diğer meyvesi de, 1849'da yayınlanan, "A Week on the Concord and the Merrimack Rivers" (Concord ve Merrimack Irmakları Üzerinde Bir Hafta) idi. Thoreau'nun sağlığında yayımlayabildiği sadece bu iki kitabı vardır. Diğer eserleri ve günlükleri ölümünden sonra yayınlanmıştır.

1854'de yayınladığı başyapıtı "Walden" Amerikanın en önemli entelektüelNew England Transendentalizmi için bir örnek eserdir. Eserde yer alan çevre konusundaki düşünceler ise modern çevreciliğin ve çevre korumanın en önemli satırlarıdır diyebiliriz. Amerikan düşünce tarihi, transendentalizm ve naturalizmde bıraktığı izler ne kadar önemliyse, "Sivil İtaatsizlik" (Civil Disobedience, 1849) isimli makalesi de siyasi tarihe bıraktığı iz de o kadar önemlidir. Meksika savaşı yüzünden, ki ona göre bu savaş sadece köleliği geliştirmek içindi, ödemeyi reddettiği vergi sonucu hapiste geçirdiği bir gece, onun "Sivil İtaatsizlik" isimli makalesini yazmasına neden olmuştur. Daha sonraları Gandhi'nin en büyük ilham kaynağı olacak bu makale Thoreau'nun belki de en ünlü eseridir. Gandhi'nin dışında Tolstoy ve Martin Luther King gibi önemli isimler de Thoreau'nun düşüncelerinden ve eserlerinden ilham almışlardır. akımlarından biri olan

Thoreau, 1862'de, birkaç küçük gezi ve Harvard'daki öğrencilik dönemi dışında hiç ayrılmadığı Concord şehrinde, geçirdiği tüberküloz yüzünden vefat etmiştir. Bütün eserleri 20 cilt halinde 1906'da basılmıştır.


CAZIN HÜZÜNLÜ SESİ: Billie Holiday

Geceyarısı Radyo 3'te Billie Holiday'in şarkılarını peşpeşe çalmaya başlayınca onun trajik ve hüzünlü "yol" hikayesinden bahsetmemek olmaz dedim...



Billie Holiday - Strange Fruit


Billie Holiday - My Man


Aşağıdaki yazı ekim 2003'de Radikal İki'de Tuğrul Eryılmaz imzasıyla yayınlanmıştır.

Caz ve blues'un başka şarkıcıları (Nina Simone, Frank Sinatra) ve de dinleyiciyi en fazla etkileyen sesi olarak kabul edilen Billie Holiday'in doğum tarihi 1915, ölümü ise 1959. 44 kısa sene ve büyük üne rağmen dünyanın en zor hayatlarından biri. Nasıl olmasın ki? "Evlendikleri zaman babam 18, annem 16 ve ben de üç yaşındaydık." Billie Holiday daha 10 yaşında genelevde yerleri temizleyen ve başından bir tecavüz felaketi geçmiş bir çocuktu. 14 yaşında annesiyle New York'a gitti. O yaşta Harlem kulüplerinde sigara satmaya başladı. Bu işi o denli nefretle yapıyordu ki çevre ona ölene kadar taşıyacağı ismi taktı: "Lady" yani Hanımefendi. Çok güzel bir genç kızdı. Daha sonra yazının başındaki hikâye. 17'sini doldurmadan şarkıcılığa başladı. 1933'te Benny Goodman'la ilk albümünü doldurdu. Şarkı başına 25 dolar alıyordu. Müzik elitinin onu kabul etmesi 1935 Apollo konseriyle oldu. Aynı yıl Duke Ellington'la "Rhapsody in Black" adlı bir kısa filmde oynadı. 1935'ten 42'ye dek 100 kadar plak yaptı. Bunlar hepsi müzik kutuları için aceleyle yapılmış ucuz prodüksiyonlardı. Özellikle beyazların söylemek istemedikleri "ikinci" sınıf parçaları söylüyordu. Ne var ki onların neredeyse tümü caz ve blues standardı oldu. Bırakın sonradan gelen caz üstadlarını, Lady'yi hâlâ Sting de cover'lıyor Bryan Ferry de. Off-beat söyleyen, sözlere inanılmaz bir hüzün, cinsellik ve de mizah katan genç kadın elini attığını altına döndürüyordu. Çünkü sesi, ses artı enstrümandı. Fakat yaşarken hiç büyük bir hayran kitlesi olmadı ve kendini olan güveni sıfıra yakındı.
Şimdi dinlediğimiz albümü aşk şarkılarıyla dolu ama Billie Holiday'in esas klasiği "Strange Fruit"tu. Kendine fazla güveni yoktu ama 24 yaşında siyah linçlerine karşı sesini müzikle ilk yükseltenlerden biriydi: "Tuhaf ağaç tuhaf meyva verir/ Yapraklarında da, kökünde de kan var". Martin Luther King'in medeni haklar mücadelesinin başlamasına daha çeyrek asır vardı.


Daha çocukken taciz ve tecavüzle tanışan Eleanora Fogan, ünlülük adıyla Billie Holiday, daha sonra sonunu hazırlayacak eroin belasına sevgilileri aracılığıyla bulaştı. İlk uyuşturucusunu ilk kocası James Monroe verdi. Eroinle tanıştıran ise Joe Guy oldu. İlk önemli solo konserini New York Town Hall'de verdikten tam bir sene sonra Philadelphia'da bir otel odasında uyuşturucuyla yakalandı. Önce 19 günlük "tam bir cehennem olan" tedaviden sonra bir yıl hapis yattı. Halbuki iyi bir avukat onu çok daha azına kurtarabilirdi. Hapisten çıkınca ona iş bulan yeni sevgilisi John Levy de onu sonuna kadar sömürdü. 1949'da yine Levy'le birlikte uyuşturucu baskını yedi. Bu kez cezasız sıyırdı. Oteller onu kabul etmediğinden kendine yardım eden doktorun evine yerleşti. 50'li yılların ortası gelmeden sevgilisi John Levy bütün parasını alıp ortadan kayboldu. 1956'da Louis McKay'le evlendi. 1957'de karı-koca yine uyuşturucudan gözaltına alındılar. Boşandılar. Tabii genç kadın bu gürültü ve baskınlar döneminde de konserlerini sürdürüyordu. Horace Henderson ve Stan Getz'le aynı sahneyi paylaştı. Hayran olduğu Louis Armstrong'la uzun metrajlı bir filmde oynadı. Armstrong kapıcı, o da hizmetçi rolündeydi. İlk New Port ve ilk Monterey Caz festivallerinde kendini ayakta alkışlattı. Ancak 50'lerin sonu yaklaştıkça Billie Holiday'in sesi ve sağlığı iyice kötülemeye başladı. 1958 yılında Frank Sinatra'nın "Billie Holiday son 20 yılda müziğe etkisi en büyük popüler şarkıcıdır" demesi de ona iş açısından bir yarar sağlamayacaktı. Böbrek hastalığından ölüm döşeğinde yatarken bile polis uyuşturucu yüzünden parmak izini alıyordu. Hayatına giren belki de tek iyi erkek olan ünlü tenor saksafoncu Lester Young'ın ölümünden bir ay sonra hayata veda ettiğinde Billie Holiday'in banka hesabında, espri yapmıyorum, 70 cent vardı. Hiçbir zaman blues şarkıcısı olmadı ama söylediği her şeye blues'un sindiği bir caz deviydi Billie Holiday.

26 Ocak 2010 Salı

"Gitmek" ve "Yolculuk" üzerine notlar

Bavullar kapının önünde... Pasaportlar, uçak biletleri masanın üzerinde... "Gitmiyorum" dedi birden genç kadın. "Gitmek istemiyorum!" Adam biraz şaşkın, biraz bu türden huysuzluklarına alışkın, ona baktı! "Döneceğiz tatlım, dert etme!" Genç kadın o zaman günlerdir içinde tuttuğu sözleri dilinden dökülmeye bıraktı: "Komik bütün bunlar! Ben dönmek istemiyorum, döneceksem niye gidiyorum?" Sonra bıkkın ve yenik bir tavırla yerinden kalktı, kapıyı açtı, bavulunu alıp dışarı çıktı. Adam da toparlanıp onu takip etti!
***

Yolculukları kim sevmez! O bavul yap, bavul boşalt eziyetine, gittiğin yerde karşılaşacağın nahoş sürprizlere, içindeki yıpratıcı heyecana ve bazen aklının fena halde arkada kalmasına rağmen yola çıkmak güzeldir. Çünkü insan gitmek ister! Kalmak, tutuklu kalmaktır. Altın kafeste de olsa!..
***

Seyahat kültürü ve turizm o çok derinimizdeki "buralardan gitme" arzusunu hem dünyevileştirir, hem de ehlileştirir. Ama en önemlisi "geriye" yani olağan hayata dönüşü garanti altına alır.
***

Turizm insanlık tarihinde çok yeni bir şeydir. Yaklaşık iki yüzyıllık bir tarih! İki şeyi öldürmüştür turizm. Birincisi, asıl yolculuğun zihinde gerçekleştirildiği "hakikat"ini öldürmüştür... İkincisi, hiç dönmemek üzere çekip gitmeyi; bir tür dervişlik olan gezginliği...
***

Benim için her yolculuğun bir kritik anı vardır. "Ev"den iki günlük ayrılığın bile... Ürpertir! Sarsar! Çünkü tam o anda döneceğim yerin gerçek "ev"im olmadığını hissederim! Her yer gurbettir! Geldiğim yere de, döneceğim yere de yabancı olduğumu hissederim. Neyse ki, o an çok kısa sürer!
***

Dindar insan özlem ve teslimiyet duygusu içinde "gurbetten hakikate dönüş" anını bekler. Mutasavvıf ise tez canlıdır. Bir hayat kurmaktan çok durmadan yürümeye yatkındır. Beklemeye katlanamaz, özlemini "yol"da dindirir.

Haşmet Babaoğlu - Pazar Notları - 24 Ocak - SABAH

MEKAN ve İNSAN: Narmanlı Han - Ahmet Hamdi Tanpınar



Narmanlı Han’ın ya da bilinen diğer ismiyle Narmanlı Yurdu’nun inşa tarihi 1843... Yaratıcısı ise, İstanbul’da yaşadığı 19 yıl boyunca kentteki önemli yapılara imzasını atmış olan İtalyan mimar, Giuseppe Fossati... Bina yapıldığı günden itibaren, Rus elçilik binası olarak kullanılmış. Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya ile ilişkilerin askıya alınması, binanın yıllarca bakımsız kalmasına yol açmış. 1917 Ekim devrimi sırasında, İstanbul, çok sayıda Rus mültecinin ziyaretine uğradığında Narmanlı Han hâlâ elçilik binası işlevini görüyormuş. Ancak caddenin karşı sırasındaki yeni elçilik binası yapılınca, konsolosluk büroları oraya taşınmış. 1930’lu yılların başında binada, Rus devletine ait sadece iki turizm şirketi çalışır durumdaymış.



1933’te, tamamen boşaltıldığında ise binayı İstanbul’un ünlü tüccarlarından Avni ve Sıtkı Narmanlı satın almış. İlk iş olarak Eminönü’ndeki işyerlerini buraya taşıyan, Narmanlı kardeşler sanatsever bir aile... Han için gerçek bir şans olmuş bu. Çünkü ticari işlerinden zaten çok iyi para kazanan Narmanlılar, yüksek kira tekliflerine rağmen, hanın odalarını taşralı tüccalara değil, çok ucuza sanatçılara kiralamayı tercih etmişler. Bakın bu yaşlı hanın albümünde hangi fotoğraflar saklı: Ağır giriş kapısının sağındaki iki katlı dükkanların birinde şiirlerini yazan Bedri Rahmi Eyuboğlu; onun bitişiğinde Ulus gazetesine İstanbul’dan ‘haber geçen’ Neş’et Atay; ressam Aliye Berger; ünlü Ermeni gazetesi Jamanak; üç odayı birleştirerek yaptığı atölyesiyle heykeltıraş Dr. Firsek Karol ve Andrea Kitabevi.... Entellektüel bir cennet yani.

Ahmet Hamdi Tanpınar eserlerinin çoğunu 1944-1951 yılları arasında kaldığı bu binada yazmıştır.

KİTAP: Saatleri Ayarlama Enstitüsü



ÖZET

Başkarakter Hayri İrdal , Muvakkit Nuri Efendinin yanında çırak olarak başlar işe. Saatlerle uğraşmayı seven ama bu mesleği icra etmek istemeyen biridir. Nuri Efendinin ölünceye kadar yanında ilmi,dini ve felsefi sohbetlerini hiç usanmadan dinler.Babasıyla tekkeye gider musıki söyler. Seyit Lütfullah’a takılır define avına merak salar.Büyür askere gider. Tunuslu Abdüsselam Efendi , konağın son sakinlerinden Emine’yi Hayri’ye nikahlar.Abdusselam Efendi ölümüne yakın muvazenesiz vasiyetler bırakınca Hayri’nin başı belaya girer. Mahkemelerde önce şahid sonraları sanık sandalyesinde oturur. Bu da yetmez Akıl Hastanesine tedaviye gönderilir. Sonunda mahkemeden beraat eder hasteneden taburcu olur ve Emine’ye kavuşur. Posta Telgraf’ta işe girer. Emine’yi kaybeder. İki yetimle başbaşa kalır.İspiritizma Cemiyetinde çalışır. Sonraları buradan ayrılıp Cemal Beyin şirketinde katip olarak işe başlar. Cemal Bey kendisini kovunca bir süre işsiz kalır ta ki Şehzadebaşındaki kahvede Doktor Ramiz’in onu arkadaşı Halit Ayarcı’yla tanıştıracağı güne kadar. Halit Ayarcı hayat hikayesini dinleyince Hayri İrdal’ı çok sever. Kafasında Saatleri Ayarlama Enstitüsü fikri peydah olur. Enstitüyü kurar ve müdür yardımcılığı görevine Hayri’yi getirir. Hayri İrdal’ın hayatı bundan sonra tamamiyle değişir.Fakirlik ve kırgınlık günleri geride kalır. İnanmadığı bu işe zoraki girmiştir. Sonuçları şaşırtıcı olunca müsterih olmasa da bu oyunu devam ettirme yoluna gider çünkü herkes bunu istemektedir. Ve bir gün gelir haşmetli enstitü tasfiye edilir. Realiteler ortaya çıkar.

YORUM

Alegorik bir hicivdir bu roman. Zaman, mekan, insan, toplum, bürokrasi, menfaatler, ölüm, yalnızlık, iletişim, sabır, mutluluk gibi kavramlar üzerine okumalar vardır. Romanda mekan olarak İstanbul seçilmiştir. Zamanlama ise lineerdir.Çocukluğundan alıp yaşlılığına kadar akmaktadır.Klasikle modern Emine ile Pakize karakterleriyle bütünleşmiştir.Emine’yle birlikteyken gerçeklerin içinde zahirde fakir ama mutlu adamı oynamaktadır.Oysa Pakize’yle beraberken yalanla dolu havayı teneffüs eden zengin fakat mutsuz bir adam olmuştur.Tarihi menkıbelerle zenginleştirilmiş içerik okuru doldurur.(Örneğin ; Aziz Paşa’ya tepside sunulan hediye).Tasvirler şapka çıkarttırır (Örneğin ;Cemal Bey,Topal İsmail)
Gözlemlerle dolu bir romandır.Arka sıralarda oturur sınıfı seyrederdim diyen yazar adeta bu romanıyla tahkiye ve sinematografi gücünü ispat ediyor.Osmanlıca kelimelerin ağırlıkta olması anlamayı güçleştirirken uzun cümleler okuma hızını yavaşlatıyor.Gözlemleriyle Peyami Safa’ninkileri -örneğin ; Yalnızız- andıran roman , Hayri İrdal karakteri ve olay örgüsüyle kısmen George Orwell’in 1984’üne benzer.Winston Smith’in 101 no’lu odadan çıktıktan sonra , “ Artık Büyük Birader’i seviyorum” itirafıyla Hayri İrdal’ın “Artık S.A.E.’nü sorgulamıyorum hatta seviyorum” deyişi yakınlık arz eder. Ayrıca olayların dışında kalmayı yeğleyen tek kişinin oğlu Ahmet oluşu düşündürücüdür Atlı Karanca alegorisiyle her şey özetlenir. Nihayetinde özgünlüğü ve kalitesiyle güzel kitaptır okunması tavsiye edilir.

İKTİBAS

Herkes bilir ki , eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur.Hatta sonraları Muvakkit Nuri Efendiden öğrendiğime göre Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima müslümanlar ve onlar içinde en dindarı olan memleketimiz halkı imiş.Günde beş vakit namaz , ramazanlarda iftar,sahur,her türlü ibadet saatle idi. Saat Allah’ı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi. (sy.24)

Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder. (sy. 56)

Her şey yolunda… Fakat yalnızız.Bütün dünyada yalnızız. (sy 326)

Umumun parası sarf edilirken o kadar cömert,hasbi,kayıtsız şartsız yenilik taraftarı olan , benim eserimle övünen insanlar , şimdi kendi menfaatleri ortaya konunca birdenbire dönmüşlerdi. (sy.360)


YOLUN VE ZAMANIN NERESİNDESİN?


Neredesin ey yolcu?..
Başında mı sonun da mı...
İçinde mi dışında mı...
Yolda mısın handa mısın..
Yolun ve zamanın neresindesin?..

h.a.

NE İÇİNDEYİM ZAMANIN


Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sukutu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
Içim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim

AHMET HAMDİ TANPINAR

YOL DÜŞÜNCESİ : YAHYA KEMAL



YOL DÜŞÜNCESİ

Bu def’a farkına vardım ki ihtiyarlamışım.

Hayâtı bir camın ardında gösteren tılsım

Bozulmuş, anlıyorum, çıktığım seyâhatte.

Cihan ve ben değiliz artık eski hâlette.

Mısır ve Sûriye, pek genç iken, hayâlimdi;

O ülkelerde gezerken kayıdsızım şimdi.

Bu gözlerim, medeniyetlerin bıraktığını,

Beş on yıl önce, görür müydü, böyle taş yığını?

Bugünse yeryüzü hep madde, her ufuk maddî.

Demek ki alemin artık göründü serhaddi.

Ne Akdeniz’'de şafaklar, ne çölde akşamlar,

Ne görmek istediğim Nil, ne köhne Ehrâmlar,

Ne Bâlebek’te lâtin devrinin harâbeleri.

Ne Biblos’un Adonis’den kalan sihirli yeri,

Ne portakalları sarkan bu ihtişamlı diyâr,

Ne gül, ne lâle, ne zambak, ne muz, ne hurma ve nar,

Ne Şam semâsını yâlel’le dolduran şarkı,

Ne Zahle’nin üzümünden çekilmiş eski rakı,

Felekten özlediğim zevki verdiler, heyhât!

Bu hâli, yaşta değil, başta farzeden bir zât

Diyordu: "İnsana çarmıhta haz verir îman!"

Dedim ki: "Hazreti İsâ da genç imiş o zaman."

Eğer mezarda, şafak sökmiyen o zindanda,

Cesed çürür ve tahayyül kalırsa insanda,

- Cihan vatandan ibârettir, îtikadımca -

Budur ölümde benim çerçevem, murâdımca;

Vatan şehirleri karşımda, her saat, bir bir;

Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir;

Şerefli kubbeler iklimi, Marmara’yla Boğaz;

Üzerlerinde bulutsuz ve bitmiyen bir yaz;

Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerimiz;

Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz;

İçimde dalgalı Tekbir’i en güzel dînin;

Zaman zaman da "Nevâ-Kâr’ı" doğsun, Itrî’nin.

Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,

Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle.

Yahya Kemal Bayatlı




Yahya Kemal Beyatlı (1884 - 1958)


1884 yılında Üsküp'te dünyaya gelir. Asıl adı Ahmed Agâh'tır. İlk öğrenimini Üsküp'te gördü. İstanbul Vefa Lisesi mezunudur. Başlangıçta Sultan II.Abdülhamit yönetimine karşı muhaliflerin safında yer alarak Paris'e kaçtı. Fransa'da siyasal bilgiler okurken hocası Albert Sorrel'in etkisinde kalarak düşüncelerinde değişmeler oldu.

Fransa'da 9 yıl kaldı. Fransız Edebiyatı'nı ve edebiyatçılarını yakından tanıma imkânı buldu. Onlardan etkilendi. Doğu Dilleri Okulu'na devam ederek Arapça ve Farsça'sını geliştirdi. Divan şiiri üzerinde yoğunlaştı.

1913 yılında İstanbul'a döndü. Darüşşafaka, Medresetü'l-Vâizin ve Darülfünûn'da tarih ve edebiyat dersleri okuttu. Gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Lozan Konferansı'na katıldı. 1923'te Urfa Milletvekili seçildi. Çeşitli ülkelerde diplomatik görevler alarak Türkiye'yi temsil etti. Yozgat, Tekirdağ ve İstanbul Milletvekilliği yaptı. Pakistan Büyükelçiliği görevindeyken emekli oldu (1949) ve yurda döndü.

Tedavi için Paris'e gitti. Bir yıl sonra da öldü (1958). Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden birisidir. Aruzla yazmıştır. Klasik şiirimizin temel özelliklerine bağlı kalarak, kendine özgü bir şair olmuştur. Sanatta ve edebiyatta millî ve manevî değerlere bağlı kalmıştır.

IHLAMUR KASRI

Sıcak bir öğleden sonra
Ihlamur ağaçlarının gölgesinde
Porselen demlikte çay
Belki dostla satranç
Belki sevgiliyle sohbet
Belki bir kitap...
Ama mutlaka şiir kitabı...
Olursa bir de Yahya Kemal
çok da güzel olur...
H.A.


GEÇMİŞ YAZ

Rü'yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle,

Her ânını, her rengini, her şi'rini hazdan.

Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!

Bir gün, bir uzak hâtıra özlersen o yazdan

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:

Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden;

Mehtâb... iri güller... ve senin en güzel aksin...

Velhasıl o rü'yâ duruyor yerli yerinde!

Yahya Kemal Bayatlı



Ihlamur Kasrı

25 bin metrekare civarında bir alana sahip Ihlamur Kasrı; Beşiktaş’ta Nüzhetiye Caddesi’nin kavşağında, Ihlamur ve Teşvikiye arasında bulunur. Bazı kaynaklarda; 18 yy.ın ortalarında Hüseyin Efendi ait bir köşk yer alır yazarken, bazı kaynaklarda; aynı yüzyılın başlarında III. Ahmet’in kurduğu has bahçenin ıhlamurluğunda yapılmış iki köşkten bahsedilir. Ancak, 1849–1855 tarihleri arasında mevcut binalar yıkılarak, yerine Abdülmecit tarafından Nikoğos Balyan’a günümüzdeki köşkler yaptırılır.

Ihlamur Kasrı, Maiyet Köşkü ve Merasim Köşkü adında iki köşkten oluşur. Maiyet Köşkü, Merasim Köşküne nazaran daha sade bir görünümde olup; genellikle, Sultan ve harem kadınları için kullanılırdı. Bugün güzel bir kafeterya burada hizmet vermektedir. Merasim Köşkü ise; barok tarzı oymalarla ve süslemelerle bezenmiştir. Tavanlar manzara resimleriyle kaplı, şöminenin süslemelerinde kullanılan porselenler, yıldız fırınının ürünleridir. Köşk; Kristal avizeler, Avrupa üslubu birçok mobilya, Hereke halıları ve süslü vazolarla dekore edilmiştir.

Abdülaziz; Bu kasrın bahçesinde, kendisinin de bizzat katıldığı güreş müsabakaları, koç ve horoz dövüşleri düzenlerdi. I. Abdülmecit burada ünlü Fransız şairi Lamartine’yi misafir etmiş; ayrıca, V. Mehmet Reşat burada Bulgaristan ve Sırbistan devlet adamlarının bulunduğu yabancı devlet erkânını kabul etmiştir.

Cumhuriyet Dönemi’nde uzun müddet kullanılmayan Kasr’ın, 1952 yılında Merasim Köşkü Tanzimat Müzesi’ne, Maiyet Köşkü de Tarihi Köşkler Müzesi’ne dönüştürüldü. Bir dönem müze olmaktan çıkarıldı ve 1980’li yıllarda tamamen restore edildi. 1987’de ise bahçesiyle birlikte, tekrardan konuklarına kapılarını açtı.



MARTI


Uçmak bir martının en doğal hakkıdır..zgürlük ise varoluşun bir parçasıdır...Boş inançlar olsun, gelenekler olsun özgürlüğü kısıtlayan ne varsa kaldırıp atılmalıdır...